Paris'e gitmek ve günler boyunca sürsün istediğim bir macera kapılmak istiyordum. Sadece elimde bi harita ile şehri keşfe çıkmak, ama turist adımları ile değil; içinde öyküler bulacağım masalsı ve büyülü olduğunu duyduğum bu şehirde kaybolmak istiyordum. Mimariye, resme, müziğe, heykele, edebiyata, ve daha bir çoğuna yön veren büyük sanatçıların ilham yuvasına, çatı katlarında bohem hayat yaşadıkları ve hiç bitmeyecek bir enerji ile anlattıkları o şehrin bana da ilham vermesini diliyordum. Belki de kocaman bir şehirden beklenebilecek en mütevazi isteğim bu oluyordu. Bana bir iki satır yazabilecek kadar ilham ver ey sevgili şehir...
Aslında
Paris ile boy ölçüşebilecek başka büyük şehirler de gördüm:
İstanbul,
(Costantin'in
şehri Costantinopolis):
İçinde kaybolduğum, kocaman bir kaos
olsa bile
nefesleri kesecek kadar güzel bir şehir.
Defalarca keşfe
çıktım bu şehri
ve hiç bitiremedim, bıkmadım da keşfetmekten. Birinci
Kostantin 330 yılında başkenti Roma'dan Costantinopolis'e taşıyıp
çok tanrılı pagan
Roma'nın yerine Hıristiyanlığı kabul etmiş ve başkenti bu
dinin anlayışında yeniden inşa ettirmişti. Batı Roma, Germen
istilaları altında yıkılırken, Doğu Roma 1000 yıl daha ayakta
kalacak ve Antik Yunan ile Antik Roma'yı ayakta tutma görevini
yerine getirecekti. Hatta bununla da
yetinmeyecek ve Sultan Mehmed'e Fatih
unvanını verdiren fethinin ardından başka bir imparatorluğa da
başkentlik yapacaktı.
İstanbul,
burası Doğu
Roma'nın ve Devlet-i 'Aliyye'nin
başkentiydi.
Hırıstıyanlığın devlet dini olduğu
ve heybetli kiliselerin ilk defa üzerinde
inşa edildiği şehirdi.
Biz hep “o en
güzeldir, en anlamlı ve inci tanesi, ondan
daha güzeli yoktur” dedik.
Şimdi koca şehir geçmişi ile böbürlenen ama geleceğini hiç
düşünmeden yok etmeye and içmişlerin elinde kaderine ağlıyor.
Ben de, biz de bu şehrin savunmasında hem ağlıyor hem ölüyoruz;
tıpkı bizden önce direnç gösterenlerin gerçekleştirdiği
kahramanlık destanlarına benzeyen öyküler yazıyoruz.
İstanbul geçmişinden kopmasın ve hep
büyüsünü korusun istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz?
Venedik:
Benim minik yuvam, suyun
üzerinde kurulan ve kutsanan, ilk defa
Costantin'in
şehrinden gelen valiler tarafından
yönetilen, Bizans yani Doğu
Roma'nın mimarisi ile gelişen, kendi kanatları ile uçmaya karar
verip San Marco'nun aslanından güç alan; ama hep eski İstanbul
kokan kanal şehir... Bitmeyen bir kültürel yolculuktur Venedik,
size her gün yeni bir kapı açar ve zihinsel yolculuklara çıkartır.
Her gün yeni bir şey öğrenir ve hep şaşırırsınız.
Labirentler arasındaki o
şaşkınlık hali hiç son bulmadı bende. Bu şehir beni hala
büyülemeye devam ediyor,
hala sersemletiyor, hala şaşırtıyor. Venedik ile olgunlaşmak
insana çok şey katıyor. Gotik sanatı
zirveye taşıyan, deniz ile evli; tüccarlarının cesaretle yol
aldıkları ve Doğu Akdeniz'de destan yazdıkları “Serenissima”
yani dünyanın en huzurlu devleti… Şimdilerin turizm sembolü,
güzelliği ile milyonları ayağına getiren, ama bu yoğunluk ile
yorulan, solan ve zamanla sulara gömülmek kaderiyle yüzleşmek
zorunda olan kadersiz Venedik...
Viyana:
Sultan Süleyman Han bu şehrin
kapılarından geri dönerken içinde yaşadığı burukluğun
boyutunu tahmin edemiyorum. Fethi sonsuza kadar gerçekleşmeyecek
hep bir Osmanlı rüyası olarak kalacak ve hep ahlar vahlar
çektirecekmiş meğerse Viyana. Coğrafi
yapısı nedeniyle birçok devlete başkentlik yapmış ve
Habsburgların da merkez noktası olmuş bu şehirden geriye kalır
mıydı o güzel meydanlar, zarif caddeler, kuzey üslubunca yapılan
sivri uçlu gotik yapılar, büyük saraylar, bahçeler? Ne kalırdı
geriye o fetih gerçekleşmiş olsaydı?
Roma:
Şanlı tarih orada başladı. Roma hep başkentti.
Açıkhava müzesine benzer Roma sokaklarında yürümek;
üstelik bir
zamanlar bu topraklarda büyük
imparatorların ve komutanların dolaştığını
bilmek… Roma'nın tarihi tüyleri ürpertiyor. MÖ 753 yılı 21
Nisan'ında kurulan imparatorluk önce krallar, ardından Cumhuriyet
konseyince yönetiliyor ve ardından monarşik düzen geliyor. İşte
bu düzen içinde
Roma'yı Roma yapan yedi imparatorun dönemi başlıyor. İlk olarak
Etrüks etkisi ile şeklini alan imparatorluk ardından Etrükslere
ve Galyalılara karşı mücadele dönemleri geçiriyor. Bütün
Akdeniz havzasını içine alan Büyük Roma İmparatorluğu
“Kavimler Göçü”nün etkisi ile önce ikiye ayrılıyor ve
ardından beşinci
yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu yerini parçalanmış
yönetimlere, yani
feodal düzene bırakıyor. Antik Yunan ile harmanlanan sanat
anlayışı “Karanlık Çağlar” olarak adlandırılan dönemde
tarihe karışıyor. Belki de bu dönemde Roma'ya ait en güzel
eserler yok ediliyor. Buna rağmen Roma, tarihin
medeniyet beşiği bilinciyle her şehre tepeden bakma cüretini
gösteriyor ve bütün dünyanın
kıskandığı güzelliklere sahip eşsiz bir şehir olduğunu
dile getirmeye devam ediyor…
Paris'e
doğru yola çıkarken…
Paris'e
doğru yola çıkarken yanımda, tanıdığım entelektüel
adamların en mütevazisi Davide, aklımda ise geride bıraktığım
o büyük şehirler vardı.
Senna:
Tanıdık çok şey var Paris'te, öncelikle
Senna Nehri'nden
başlayalım. Suyun bir şehre hayat veren en temel şey olduğu
bilinciyle hareket eden Avrupalılar şehirlerini hep bir ırmak
etrafında kurmayı tercih etmişler. Antik Roma'nın başkenti Roma
şehri elbette bu anlamda bütün Avrupa'ya ilham vermiş. Paris de
işte bu şehirlerden biri olmuş. Şehirde bitmek bilmeyen hayalet
öyküleri anlatılırmış. Biz Fransızca bilmediğimiz için o
hikayeleri duyamadık; ama bu bana Venedik'i anımsatan ve
gülümsememe neden olan başka bir benzerlik tattırdı.
Adalar:
Şehir turumuza şehrin kalbi olan ve tam
olarak Senna
Nehri'nin içinde yer alan adalar bölgesi “Il
de la Cité” ve “Il
Saint-Louis” bölgesinden başlıyoruz.
Victor Hugo, ünlü romanı “Notre
Dame'ın Kamburu” adlı eserinde Paris'in Senna
Nehri'nin sağ tarafında yer alan Grand-Châtelet ve sol tarafında
yer alan Petit-Châtelet içinde enlemesine ve boylamasına iki köprü
arasında yer alan adada kurulduğunu ve uzun yüzyıllar boyunca da
yaşam alanının bu adanın içinde süregeldiğini anlatıyordu. Ne
zaman ki adalarda yeni ev yapımına uygun alan kalmadı, işte o
zaman Parisliler kendilerine yeni yaşam alanları yapmak üzere
nehrin öteki tarafına geçmeyi göze aldılar. Böylece yüzyıllar
içerisinde sınırları bugün ki banliyölere kadar uzanan Paris
şehrini meydana getiriler.
Paris'in
müzeleri
Davide
ile çok şehir gezdik. O bu konuda oldukça tecrübeli bir
araştırmacı, ben ise hem araştırmacı hem rehberim. Ben hiçbir
gezimde Davide kadar mutlu olamıyorum. O kendinden geçercesine
sanat şehirlerinde kaybolurken benim aklımda turistlerimi Paris'e
getirdiğimde nasıl hareket etmem gerek, nereler turist merkezi,
nerelerden ne alınır, hangi müzeler daha önemlidir gibi
ayrıntılar ile uzun süre zihnimi meşgul ediyorum. Hemen
ikimize de rahatlıkla her yeri görmemize imkan tanıyan, sıra
önceliği de sağlayan haftalık biletlerden satın alıyorum. Önden
yürüyorum, koşturuyorum ve elimden haritayı hiç bırakmıyorum.
Davide nereye gidilir, ne yapılır, hiç düşünmüyor. Yanında
bir rehber bulundurmanın rahatlığında. Onun için son derece
karmaşık Paris metro hattını elimdeki haritayı hiç bırakmadan
keşfe dalıyorum. İçimde bir panik
duygusu başlıyor
bende, ya bitiremezsem tüm şehri ya
göremezsem ya kaçırırsam… Davide bir resmin karşısında
saatlerini verirken ben çaresiz gözlerle müzelerde bizi bekleyen
başka binlerce eseri nasıl göreceğimi düşünüyorum. O ise
sonsuz bir sabırla adeta bir yıl vakti varmış gibi yavaş yavaş
sindire sindire atıyor adımlarını. Aramızdaki
bu tempo farkı günler boyunca sürdü. Fakat zamanla benim paniğim
azaldı, onun ise göreceği başka eserlerin heyecanı gördükleri
ile yarışmaya başladı. Biz yine demimizi bulup yolumuza ortak
ritim tutturup devam etmeyi başardık.
Il
de la Cité adasında öncelikle
görülmesi gereken iki önemli nokta var: İlk ve son Paris.
CRYPTE
ARCHÉOLOGIQUE DU PARIS NOTRE-DAME:
Paris'e ait ilk izleri görmek, arkeolojik kalıntılara yakından
bakmak ve eski Paris'i aşama aşama dönemleriyle haritalar üzerinde
görmek için mutlaka bu arkeolojik sahanın gezilmesi gerekiyor. Bu
sayede şehrin tarihinin tam olarak nerede başladığını net bir
şekilde görüyorsunuz. Şehrin kalbindeki bu minik müze muhtemelen
diğer daha ünlü müzelerin gerisinde kalıyor; ama yola bizim gibi
baştan başlamayı sevenler mutlaka buradan bir başlangıç
yapıyorlar.
TOURST
DE NOTRE-DAME: Eiffel Kulesi'ne çıkmak
çok turist eğlencesi demişti Fransız arkadaşlarım. Gerçekten
de bitmeyecek gibi kuleye doğru uzanan turist kalabalığını
görmek bize de aynı şeyi düşündürtüyor. Oysa şehri yukarıdan
görmenin başka bir yolu daha var. Ünlü Notre-Dame Kilisesi'nin
kuleleri ziyaretçilerine eşsiz bir manzara sunuyor. Davide'ye 442
basamağı çıkması gerektiğini söyleseydim benimle yine de bu
kulenin tepesine çıkar mıydın diye soruyorum. Tabi ki hayır
diyor yorgun ve muzip bir gülümseme ile; ama ikimiz de yukarıda
olma düşüncesini çok seviyoruz. Yukarı
çıkarken aklımda Paris manzarasını görme heyecanından başka
bir şey vardı aslında. Notre-Dame'ın kamburu zangoç
Quasimodo'nun tek sığınağı, çirkinliğini gizleyebilmesi için
ona yuva olan o mekanı görmeyi çok istiyordum. Böylesi mekanlar
bende genellikle hep bir hayalkırıklığı meydana getirir; çünkü
asla hayalini kurduğum şeyi bulamam. Ancak burada gerçekten de
Quasimodo'nun yaşadığı hayal etmemi sağlayan bir gerçeklik ile
karşılaştım. Muhtemelen Victor Hugo'ya ilham olan da bu mekanın
gücü olmalıydı. Yazar orada bir karaktere can verdi ve biz Davide
ile Quasimo'nun evinde bizi ağırladığı için ona şükranlarımızı
sunduk. Burada Quasimo'nun çirkinliğinden korkmayan aksine
hayalinde saatlerce onu nasihatlerde bulunan heykelden arkadaşları
“gargoyleler”
ile karşılaştık ve ardından kendimizi
manzaranın büyüleyici güzelliğine kaptırdık. Paris
gerçekten büyülü ve biz en başından en sonuna bu serüveni
yaşamaya hazırız.
Victor Hugo'nun mezarı Pantheon'da bulunuyor |
Paris
Seyahati (2) Attila'nın Ardından Hıristiyan Olan Paris Şehri
4. yüzyıla
geldiğimizde Paris'i oldukça kalabalıklaşmış olarak buluyoruz.
Bu dönemde sürekli birbirine bitişik şekilde inşa edilmeye devam
eden evler nedeniyle caddeler ve sokaklar her seferinde biraz daha
daralmıştı. Sınırları Senna Nehri boyunca bir donanma ile
koruma altına alınan şehir duvarlarla örülmüş ve etrafı da
oldukça sağlam ve yüksek kulelerle çevrilmişti. İşte bu sağlam
ve korunaklı şehir yapısı sayesinde Paris 5. yüzyılda Büyük
Hun İmparatoru Attila'nın Batı'ya yönelik yapmış olduğu
akınlara karşı güçlü bir savunma kalkanına sahip olmuştu.
Parisli
Azize Geneviève
Attila'nın
ordusu Batı'ya doğru ilerlemekte ve Avrupa halklarına müthiş bir
korku dalgası hâkim
olmaktaydı. Endişe ile başlarına gelecekleri bekleyen halklar bir
yandan da kendilerini bu endişeden kurtaracak bir mucize beklentisi
içerine giriyorlardı. Lutetia yani Paris şehri de aynı şekilde
korku ve panik içerisinde ne yapacağını bilmez bir vaziyette iken
Parisli bir Hıristiyan kadın olan Geneviève'nin
çağrısıyla dua etmeye başladı. Geneviève
eğer
dua ederlerse Tanrı'nın onları koruyacağını söylüyor ve
Parisliler de onun bu çağrısına kulak veriyorlardı.
Mucize
Gerçekleşiyor!
Geneviève'nin
çağrısı ile dua eden Parislilerin içini ferahlatan bir gelişme
oluyor ve Attila sırtını Paris'e yününü ise İtalya
topraklarına, yani
Roma
İmparatorluğu'nun başkenti olan Roma şehrine çeviriyordu.
Parisliler
bu kurtuluşun ardından Hıristiyanlık dinine daha da yaklaşmışlar
ve ilerleyen dönemlerde Geneviève'yi
de şehirlerinin azizesi ve manevi olarak da sahibesi ilan
etmişlerdi. Bugün Paris'de Pont de la Tournelle (Tournelle Köprüsü)
üzerinde Geneviève'nin
bir heykeli bulunmaktadır.
Fransa'ya
ismini veren Frenklerin Paris Hakimiyeti
5.
yüzyılın sonunda Soissons Zaferi'nin ardından Gallia'nın
hükümdarı olan Clovis Hıristiyan bir azize olan Clotilde ile
evleniyor ve bu sayede bütün orduları ile Hıristiyanlık dinine
geçip Frenklerin de kralı ilan ediliyor. 508 yılına geldiğimizde
Clovis'i Senna Nehri'nin orada bulunan Paris'e yerleşmiş görüyoruz.
Clovis burada hemen on iki havari adına bir kilise inşasına
başlıyor. Bu kilise aynı zamanda kendisi için bir mezar yeri
olacağı için, inşasına oldukça önem veriyor. Ardından
Gallia'nın en büyük katedrali olan Notre-Dame ve St-Germain de
Prés'nin inşası başlıyor.
Notre-Dame
Katedrali ve Fransız Edebiyatı'nın dünyaca ünlü yazarı Victor
Hugo
Klasik
roman okuyucularının vazgeçilmez yazarı Victor Hugo'nun dilinden
Paris'i okuyanlar için bu şehir hem çok büyülü hem tüyler
ürpertici hem de merak uyandırıcıdır. Notre-Dame'ın kamburu
Hugo'nun 1831 yılında henüz 29 yaşındayken yazdığı ve büyük
ilgi uyandıran eseridir. 6 Ocak 1482 tarihinde Paris'in
banliyölerinde yaşayan İspanyol çingenelerin Epifani yani 12. gün
bayramını kutlama anları ile başlar. Roman çingenelerin en
güzeli Esmeralda'nın meydandaki dansı ve sonrasında Quasimodo'nun
günün en çirkini seçilmesi ile başlar. Bir gün de olsa en
çirkinin en kıymetli olması Quasimodo'yu hapis hayatı yaşadığı
Notre-Dame'ın karanlığından çıkartır. Kısa bir süre için de
önce Parislileri ardından bütün dünyayı etkisi altına alan
roman Hugo'ya da müthiş bir ün kazandırır. Ardından gelen
Sefiller romanı ise bütün zamanların en iyi klasik romanları
arasına girer. Hugo'nun okuyucuları bir gün mutlaka Paris'te onun
Jean Veljean'ı ya da Quasimodo'yu dolaştırdığı sokaklarda
yürümeyi hayal ederler. Notre-Dame Kilisesi bu anlamda okuyucular
için de oldukça önemli bir yer tutar.
Notre-Dame
Katedrali
Yapımına
1163 yılında başlanan kilisenin 1182'de apsis ve koro bölümü,
1196'da orta kısmı, 1225'te ön yüzü olan Batı kanadı, 1250'de
ise kuleler ve kuzeydeki gül pencereleri 1345'e kadar ise kilisenin
geri kalan kısımları tamamlanır. Kilisenin meşhur çanı olan
Emmanuele'nin ağırlığı 13 tondur. Ana kubbe 34 metre, kuleler
ise 69'ar metre yüksekliktedir ve bu kulelere 442 basamak ile
çıkılır.
Vetray
sanatı neden önemlidir?
Gotik
dönem kiliselerinin inşasında bir devrim kabul edilen kaburga
sistemli tavan yapısı, sağlam ve yüksek sütunlardan destek alan
tavanın aslında ağır olmasının gerekmediğinin anlaşılmasına
neden olur. Bu da hafifleyen tavandan dolayı geniş pencereler
yapılmasına imkan tanır. Pencereler ise güneş ışığını
kilisenin içerisine yansıttığı için başka bir sanat dalının
gelişmesine neden olur: Vetray yapımı. Kiliselerde vetray
kullanımı kutsal kitaptan öykülerin cama işlenmesi ve ruhani
ışığın kiliseden içeriye girerken bu öykülere can vermesi
vetray kullanımını oldukça önemli hale getirir. Okuma-yazma
bilmeyen Hıristiyanlar kiliseden içeriye girdiklerinde kutsal kitap
önlerine serilmiş olur ve bu da onların inançlarını perçinleyen
önemli bir etken olur. Milano'daki Duomo bu anlamda oldukça güzel
bir örnektir. Notre-Dame ise daha çok Doğu sanatından etkilenme
yani resimden çok desen kullanımı göze çarpar.
Davide ile
katedrale ilk girdiğimizde ayin saatiydi ve bu nedenle oturup
sessizce ayini dinledik. Koronun söylediği ilahilere kulağım
artık aşina oldu; çünkü daha önce Notre-Dame Katedrali'nde
kaydedilmiş olan klasik müzik eserler albümü edinmiştim. Hugo
okurken bu müzikleri dinlemek elbette mekan algısı yaratabilmek
açısından benim için oldukça önemliydi. Notre-Dame Katedrali
dünyadaki en güzel ve önemli gotik sanat eserlerinden biri kabul
kabul edilmektedir. İnşası neredeyse bütün gotik dönem boyunca
sürmüştür. Hıristiyanlık dönem öncesinde aynı bölgede yer
alan ve Jüpiter'e ithaf edilen bir pagan tapınağı üzerine
kurulan kilisenin inşasında bu tapınağın malzemeleri de
kullanılmıştı. Kilise Meryem Ana'ya ithaf edilmişti. Kilisenin
gerçekten çok etkileyici bir ön yüzü var. Burada seçilmiş
öyküler de heykellerle adeta hayat bulmuş gibi görünüyor. Mekan
olarak ise Paris şehrinin en önemli noktasında tam da merkez
bölgede ve şehre gelen turistlerin de uğrak yerlerinin başında
geliyor.
Şehre
turist olarak gelmek!
Paris'e
eğer kısa süreli gelecekseniz mutlaka öncelikle Notre-Dame
Katadrelini görmeye gelmelisiniz. Tarihi eserler eğer çok ilginizi
çekmiyor onun yerine Senna Nehri'nin kenarında bir yürüyüşü
yeğliyorsanız da yine gelmeniz gereken yer “il de la Cité”
bölgesidir. Paris ile ilgili turistlere yönelik hediyelik eşyalar
bulmak istiyorsanız yine Senna Nehri'nin kenarında yürümeniz
yeterlidir. Nehir boyunca tam olarak ne zaman alıp kapattıklarını
bir türlü anlayamadığımız standlarda hediylik eşya, eski
kitaplar ve cdler, Paris kartpostalları, Paris'te çekilmiş ünlü
Amerikan filmlerinden karelerin olduğu fotoğraflar bulma şansınız
var.
Shakespeare
in Company
Ayrıca
şehirde çok sayıda eski kitapçı var. Elbette bunların en ünlüsü
“Shakespeare in Company”dir. Kitapçı şehre gelen turistlerin
akınına uğradığı için içeri girmeyi başarmak gerçekten şans
işi. Biz ilk gün kiliseye giderken kitapçının önünden devam
etmekte olan kuyruğu görünce kitapçı ziyaretimizi ilerleyen
saatlere bırakmayı tercih etmiştik. Akşam üstü gittiğimizde
ise kuyruk hayli azaldığı için rahatlıkla içeri girebildik.
Çoğunluğu İngilizce olan kitaplardan satın aldığınız takdirde
kitabevi kitabın birinci sayfasına o kitabın Shekespeare in
Company'den alındığı mührünü vuruyor. Birçok kitap kurdu için
bu önemli bir şey oluyor.
Paris'te
Büyük Şehir Yaşamı ve Luxembourg Bahçesi
Büyükşehirde
yaşamak birçokları için gerçekten de çok zorlayıcı
olabiliyor. Davide ile İstanbul'a gittiğimizde bana ilk sorduğu
şey: “Bu şehir hiç uyumuyor mu?” olmuştu. Evet, büyükşehirler
erken uyumazlar; hatta bazı büyükşehirlerde 24 saat uykusuzluk
hali devam eder. Büyükşehirler dinamiktir; burada hep bir hareket
vardır; bir yere yetişmek istiyorsanız genellikle koşturmanız
gerekir; hep bir aceleniz vardır ve hep de daha çok geç kalmanıza
neden olan toplu taşım araçlarına muhtaçsınızdır.
Paris'e
daha ayak basar basmaz metropolitenin kapılarının bir dakika bile
sürmeyen açılıp kapanma hızı Davide için oldukça zorlayıcı
oldu. Ama en azından müzelerde ağır aksak tutturduğumuz
tempomuzu yükselten bir araç bulmuş olduk. Başlarda metroya
bindiğimiz her an ayrı bir panik havası yaratırken, zamanla hem
şehrin hem de metronun ritmine ayak uydurmayı başardık.
Büyük şehrin
dinamizmi mi yoksa küçük şehrin huzuru mu?
Birçokları
için büyükşehre gelip yerleşmek ideal olan yaşam standartlarına
erişebilmek için önemlidir. En iyi okullarda okumak isteyen
öğrenciler, iş arayan yeni mezunlar, küçük yerde yaşayıp
kendisini baskı altında hisseden azınlıklar için büyükşehir
vazgeçilmezdir. Bu nedenle büyükşehirlerin nüfusu gün geçtikçe
artmaktayken küçük şehirler sürekli göç vermeye devam
etmektedirler.
Bundan
yıllar önce İtalya'ya ilk geldiğim zamanlarda büyükşehirlerin
belirli bir refah seviyesinin üzerinde olan insanlar için çok da
tercih sebebi olmadığını gördüm. Çoğu İtalyan kendisine
huzurlu bir yaşam imkanı sağlayan küçük şehirlerde, büyük,
konforlu ve kocaman bahçeli evlerinde yaşamayı tercih ediyorlar.
Bu küçük şehirler imkân anlamında sakinlerine ihtiyaçları
olan her türlü konforu sunuyor. Küçük şehir insanının geneli
kendi aracında seyahat ediyor ve toplu taşım araçlarına çok az
ihtiyaç duyuyor. Yaşam alanlarının onlara sunduğu huzur elbette
karekterlerine de yansıyor. Fakat büyük şehirler, böyle
insanları bazı yönlerden zorlasa da bitmek bilmeyen aktiviteleri
ile de onların gönüllerini kazanmasını biliyor.
Luxembourg
Bahçesi
Paris
birbirinden güzel bahçeleri ile size şehir içerisinde doğa ile
başbaşa kalabileceğiniz ortamlar sunuyor. Meğerse Paris demek
benim için gerçekten de Victor Hugo demekmiş. Nereye gidersem
gideyim mutlaka Hugo'nun bana aktardığı Paris'ten izler buldum.
Luksembourg Bahçesi, ünlü yazarın Sefiller ( Les Miserables)
adlı romanında baş kahraman Jean Valjean'ın kızı Cosette ile
akşam üstü yürüyüşleri yaptıkları bahçeydi. Cosette bu
bahçede babası ile yürürken aşık olacağı subay ile
karşılaşmıştı. Paris'in merkezinde, 6. bölgede bulunan bu
bahçeye doğrudan metropolitan ile gelmek mümkün. Elbette şehrin
tek sahip olduğu bahçe burası değil. Şehrin içerisinde biraz
dolaşınca birbirinden güzel başka bahçelere de denk
geliyorsunuz.
Medici
Ailesi Paris'te
Luxsembourg
Bahçesi, 1612 yılında Floransalı ünlü Medici Ailesinin bir
üyesi olan Marie de Médici'nin Paris'in yönetiminde olduğu zaman
yapılmış. Elbette bu bilgi bile Fransız bahçelerinin ilham
kaynağının neresi olduğunu anlamamız için yeterli oluyor.
Floransa'nın en güzel saraylarından biri olan Pitti Sarayı,
Medici ailesinin Floransa şehrinin yönetimini tam anlamıyla eline
geçirip ekonomik olarak Pitti'leri zor duruma düşürmesinin
ardından değerinin çok altında bir fiyata Medicilerin eline
geçer. Böylelikle Arno Nehri'nin her iki tarafından birer saray
edinen Mediciler bugün bile görenleri hayrete düşüren bir karar
ile Ponte Vecchio yani Eski Köprü üzerinden de geçecek şekilde
bir kapalı üst geçit ile bu iki sarayı birleştirdi. Mimaride
“Yüksek Rönesans” döneminde yaşanan ilerlemede sanata
yaptıkları ciddi yatırım ile ivme kazandıran Medici ailesinin
üyeleri sadece Floransa'da değil evlilikler ile yerleştikleri
Avrupa'nın başka bölgelerinde de sanat öncüleri olma görevini
üstlendiler. Pitti Sarayı'nın Boboli Bahçesinden örnek alınarak
inşa edilen ve Hotel Luksembourg'u da içine alan bölge Fransız
tarzı bahçecilik anlayışı oluşturacak şekilde Tomasso
Francini'nin ellerine teslim edildi.
Davide'nin
söyledikleri
Kuzey
İtalya'nın verimli topraklarından gelen Davide, biz Luxembourg
Bahçesi'nde dolaşırken bu bahçenin İtalya'da gördüklerimize ne
kadar da benzediğini anlatmaya başlıyor. Şimdi onun anlatımıyla
biraz Avrupa bahçeleri hakkında bilgilenelim: Avrupa'da bahçe
denilince elbette ilk akla gelen ülkeler İtalya, Fransa ve
İngiltere'dir. Bu anlamda İtalya tıpkı mimari ve resimde olduğu
gibi peyzajda da öncülük etmiş ve tüm Kuzey Avrupa ülkelerine
örnek olmuştur. Kuzey İtalya'nın Yüksek Rönesans döneminin en
büyük mimarı kabul edilen Andrea Palladio, Veneto bölgesine
Venedikli zengin tüccarlardan aldığı siparişler neticesinden
birbirinden güzel villalar ve bu villaları çepeçevre saran
bahçeler inşa etmişti. Bu anlamda Villa Contarini, Villa Emo,
Villa Barbaro, Villa Rotonda gibi birçok Palladio inşası
sayılabilir. Palladio sadece yaşadığı bölgede değil belki de
dünyanın hemen hemen her bölgesinde tarzı en çok taklit edilen
mimar olmuştur. İşin ilginci Palladio tarzını çok seven
İngilizler ve Fransızlar daha sonraki yüzyıllarda bu sefer
bahçecilik anlayışları ile İtalyanlar tarafından taklit
edilmişlerdir.
Luxembourg
Bahçesi yüzyıllar içerisinde çeşitli restorasyonlar geçirmiş,
ancak genel itibariyle güzelliğini korumayı bilmiş. Medici
çeşmesini içine alan havuzun etrafında güneşlenmek, size
ayrılan tek kişilik sandalyede kitap okumak, spor yapmak ya da
bahçe içindeki birbirinden güzel heykeller arasında sadece
yürüyüş yapmak ve için bu parka gelebilirsiniz; ancak bu bahçede
ne yazık ki şöyle bir çimlere uzanayım diyemezsiniz. Nedenini
anlayamadık, ama biz bahçede yürüyüş yaparken güvenlik
görevlileri çimlere uzananları tek tek nazikçe uyarıp
yerlerinden kaldırdılar. Çimlere uzanmadan bahçe keyfi çıkmaz
diyenlerdenseniz size Louvre Müzesi'nin önünde yer alan bahçeye
gitmenizi ve orada canınızın istediği gibi çimlere uzanmanızı
tavsiye ederim.
Paris'te
Rönesans
Rönesans
öncesi Ortaçağ
1400'lerin
ardından “Hümanizm”, yani insanı evrenin merkezine koyan
düşünce akımı Rönesans ile vücut bulmuştu. Büyük Roma
İmparatorluğu'nun Atilla'nın Kuzeye yönelik başlattığı
Kavimler Göçü'nün etkisiyle barbar kavimlerin istilâsına maruz
kalması, bu büyük imparatorluğu önce Doğu ve Batı olmak üzere
ikiye ayırmış; ardından da Batı Roma İmparatorluğu'nun tarih
sahnesinden çekilmesine neden olmuştu. Bu istilaların ardından
Avrupa'da uzun yüzyıllar boyunca sürecek olan yeni bir dönem
başlamıştı. Avrupalıların sonradan ara dönem olarak
düşündükleri için “Ortaçağ” adını verecekleri bu dönem
güçlü derebeylerinin küçük şehirlerde egemenliklerini
arttırmalarına, Katolik kilisesinin her şeye egemen olmasına,
Papa'nın ise en büyük ruhani lider kabul edilmesine neden olmuştu.
Ortaçağda dinin dogmaları üzerinde tartışma kabul edilmezken,
antik dünyanın pagan sanat anlayışı da hoş görülmemişti.
Ortaçağ
Uzun
yüzyıllar boyunca süren bu dönem Rönesans yani yeniden doğuş
hareketlerinin ortaya çıkmasıyla ile son bulmuştu. Rönesans'ı en
ciddi şekilde anlamlandıranlar elbette İtalyanlar olmuştu; çünkü
çok önem verdikleri Roma İmparatorluğu her şeyden önce onlar
için medeniyetin sembolüydü. Barbarlar bu uygarlığa son
vermişler; Antik Roma ve Antik Yunan ile asla kıyas kabul etmeyecek
olan sanat anlayışlarını getirmişlerdi. İtalyanlar için
Ortaçağın sanat anlayışı barbar kavimlerden olan Gotların
adıyla anılır olmuştu. Bugün “Gotik Sanat” dediğimiz bu
anlayış yüzyıllara damgasını vurmuştur. Gotik sanatı ele
aldığımız zaman İtalyanların düşüncesine yüzde yüz hak
vermek elbette bu sanat anlayışı için çok büyük bir haksızlık
olacaktır. Evet, İtalyanlar Gotik sanatı hiçbir zaman bir
Fransız, Alman yahut Avusturyalılar gibi benimsemediler. Hatta
Kuzey'i örnek almak yerine daha çok Doğu'nun, İstanbul'un yani
Costantinopolis'in etkisinde kaldılar ve bununla uyumlu olarak
“Romanesk” adı verilen yeni bir üslubun ortaya çıkmasına
neden oldular. Bugün İtalya'da Ortaçağ döneminde yapılan birçok
eser bu nedenle Gotik anlayıştan çok Romanesk özellikler
gösterir. Sanat üstadı Gombrich'e göre İtalyanların Rönesans'ı
başlatmasının en büyük nedeni de yüzyıllar boyunca
geliştirdikleri bu roman üslubu olmuştur.
Yeni
buluşlar
İtalya'nın
aksine Fransa en güzel Gotik eserlerin inşa edildiği bölge olarak
Ortaçağ'da büyük ilerleme kaydetmişti. Gotik sanatın kilise
yapımında çığır açması mimaride yaşanan önemli bir gelişme
üzerine olmuştur. Bir binanın inşası esnasında tavan ağırlığı
binanın nasıl bir yapıda olacağı konusunda bize önemli ipuçları
verir. Ağır bir tavan elbette büyük pencerelerin yapılmasına
imkan tanımaz. Peki, ya tavan o kadar da ağır olmak zorunda
değilse? Yüksek ve sağlam sütunlar üzerinde tıpkı bir insan
kaburgasının bedeni taşıması gibi iskeleler ile tavan ince
bir örgü ile birleştirilirse? Bu anlayış elbette dönemi içinde
sanatta bir devrim yaşanmasına neden olmuştu. Avrupalılar bu
sayede en güzel gotik kiliselerini inşa edip gül pencereleri ile
de kiliselerinin renkli vetray ile aydınlatılması olanağını
elde etmişlerdi. Paris'in en önemli kilisesi Notre-Dame işte
sanattaki bu yeni mimari anlayışın en güzel örneklerinden biri
kabul edilmektedir.
Paris
ve Rönesans
16. yüzyıla geldiğimizde Paris için büyük bir yeniden yapılanma
süreci başladığını görürüz. Bu dönemde Fransa Kralı olan
François'in başkente yerleşmesi ile İtalya'da ortaya çıkıp
bütün Avrupa'ya yayılmakta olan Rönesans akımı Paris'i de hızla
etkisi altına alır. François öncelikle eski saray Louvre'un
restorasyonunu ve ardından da Saint-Eustache Kilisesi ile Hôtel de
Ville'nin inşasını başlatır. Ardından da İtalya'yı kasıp
kavuran bu yeni akım Paris'te kendini göstermeye başlar.
Rönesans
Rönesans, insanı evrenin merkezine koydu. İnsanoğlu aklı ile her şeyin üstesinden gelebilirdi. Rönesans insanı sanatçıydı, üretkendi, düşünen ve yaratandı, ressam, heykeltıraş, şair, müzisyen, edebiyatçı ve elbette mimardı. Floransa şehri bütün bu özelliklere sahip adamların şehri oldu. Leonardo, Michelangelo ve Raffaello bu şehirden çıktı. Onları diğerleri takip etti. Venedik bu akıma kısa bir süre sonra ayak uydurmaya başladı. Tintoretto, Tiziano, Giorgione, Giacopo Bassano gibi sanatçılar Venedik'in sanat okullarında yeni bir üslubun doğuşuna neden oldular. Rönesans insanı bir dahi idi ve normal aklın alamayacağı oranda yaratıcılık düzeyine ulaşmıştı. Bu sanatçılara yaşadıkları dönemde herkes hayrandı. Papalar en önemli işleri onlara sipariş ediyordu. Floransa'da Mediciler, Venedik'te signorler bu sanatçıların büyüklüğü ile kalıcı olmanın ve sonsuza kadar onların sanat eserleri ile anılmanın çabası içine giriyorlardı. Bu sanatçılar her yere çağırıldılar. Leonardo bilhassa, dehasını herkesin kabul ettiği ama esasında kimsenin anlayamadığı bir adamdı. Çok az eser bıraktı. Yaptıklarının çoğunu tamamlamadı. Doğayı anlamlandırma çabasına girdi; evrenin yasalarını inceledi hem de Galileo'dan daha önce. Ressam olduğunu hiç iddia etmezken iki önemli tablosu bugün hala dünyanın en önemli iki tablosu olarak kabul görüyor. Bunlar, Milano'da Santa Maria della Grazie Kilisesi'nin yemek salonuna yaptığı “L'ultima Cena” yani Son Akşam Yemeği ve “La Gioconda” yani “Mona Lisa” tablosudur.
Louvre Müzesi ve Mona Lisa'nın Laneti
Louvre Müzesi, Paris'in değil sadece, dünyanın da en sayılı müzelerinden birisidir. Sayısız önemli eserin sergilendiği bu müzeyi bir seferde gezip bitirmenin imkanı yok. Hızlıca şöyle bir bakınıp geçeyim derseniz dünyanın en büyük sanatçılarına yaptığınız haksızlık karşısında vicdanınız sızlıyor. Bu müzeyi her gün binlerce insan ziyaret ediyor. O nedenle upuzun bilet kuyruğuna takılmadan geçmek için mutlaka haftalık biletlerden edinmeniz gerekiyor. Müzeye girmeyi başaranlar öncelikle İtalyan sanatçıların eserlerinin sergilendiği salona yöneliyorlar. Davide bir sanat tarihçi olarak bu durumdan oldukça memnun şekilde, İtalyanların yaratıcılıktaki dehasının madde ile ölçülemeyecek kadar yüksek olduğunu ve aslında bütün dünyanın bu gerçeğin farkında olduğunu söylüyor. Mona Lisa ister istemez herkesi kendisine çekiyor. Bu eser hakkında uzun uzadıya bilgi verme işini sanat tarihçileri yeterince yaptığı için bize sadece büyük sanatçıya hayran olma işi kalıyor.
Mona Lisa çalınmıştı!
İtalyanlar elbette tablonun Paris'te olmasından dolayı Fransızlara karşı oldukça kızgınlar. Davide bana yıllar önce bir İtalya'nın sırf bu nedenle tabloyu Louvre Müzesinden çaldığını anlatıyor. Sanat sever İtalyan hırsızımız yakalandığında Mona Lisa ile tam üç ay evinin mutfağında harika zaman geçirdiğini söylemiş, en güzel şarapları içmiş Lisa'nın şerefine onun karşısında. Tablo doğrudan Leonardo tarafından Fransızlara hediye edildiği için İtalyanların bu nedenle bir hak iddia etme şansları yok elbette.
Sanat eseri dedikleri
Bugün sanat eserine nasıl bakıyoruz bunu tartışmaya açmak gerek. Çok ünlü bir eser her şeyin önüne geçmeli midir? Mona Lisa diğer bütün tabloların yanında görenleri “aaa bu kadar küçük müymüş?” dedirtecek kadar küçük kalıyor. Louvre Müzesi salonun bir duvarında sadece Mona Lisa'ya yer vermiş. Leonardo'nun birkaç ünlü tablosu daha var bu müzede, hatta ben o tabloları çok daha anlamlı ve güzel bulmuşumdur hep. Ancak Mona Lisa o duvarda muzipçe duruyor ve istisnasız herkesi ayağına getirtmesini başarıyor. Benim hakkımı vermeden bir yere gidemezsiniz diyor adeta.
Sultan Süleyman Mona Lisa'nın karşısında; ama bunu kimse bilmiyor!
Bir an için Mona Lisa'ya sırtınızı dönmeyi başarabilirseniz, karşı duvarı boydan boya kaplayan Paolo Veronese'nin büyüleyici güzellikte bir tablosu ile karşılaşıyorsunuz. Veronese tarafından 1563 yılında tamamlanan bu tablonun adı “La nozze di Cana” yani Cana'nın düğünüdür. Esasında Veronese bu tabloyu Venedik'te Andrea Palladio'nun başyapıtlarından biri olan San Giorgio Maggiore Bazilikası'nın yemekhanesinin duvarı için yapmış; Veronese ile Palladio bu anlamda ressam ve mimar uyumunun en güzel örneklerinden biri kabul edilebilir. Veronese, Palladio'nun inşa ettiği birbirinden güzel villaların resimlenmesinde her zaman için akla gelen ilk ressam olmuş ve Palladio mimarisi Veronese ile adeta bambaşka bir kimlik kazanmış. Veronese'nin bu eseri Napoleon'un Venedik'i işgali'nin ardından 1799'da Paris'e götürülmüştür. Bugün orijinali Louvre Müzesi'nde bulunan eserin bir kopyası dah sonra yeniden Palladio'nun kilisesi San Giorgio Maggiore'ye yerleştirilmiş.
Paolo Veronese, “La Nozze di Cana”
Veronese'nin, “Cana'nın düğünü” adlı eseri Hz. İsa'nın suyu şaraba dönüştürdüğü anı anlatır ve sanatçı bu eserinde döneminin en büyük kişiliklerini tablosunun içine ustaca yerleştirir. Sanat tarihçileri bu eseri uzun uzadıya hayranlıkla incelediklerinde eserin özellikle mekanının en büyük ilham kaynağının ünlü mimar Andrea Palladio olduğu konusunda hemfikir olmuşlardır. Ancak Palladio'nun haricinde bizi en çok ilgilendiren konulardan biri, tabloda Kanuni Sultan Süleyman ile Sokullu Mehmed Paşa'nın da yer aldığı hükümranlar sofrasıdır. Eserde; tablonun tam ortasına denk gelecek şekilde yer alan Hz. İsa ve hemen yanı başında bulunan Meryem Ana'nın yanısıra Sultan Süleyman'ın kendi dönemindeki en büyük rakibi olan İspanya Kralı V. Carlo, Habsburg Kraliçesi Elenora, Fransa Kralı I. Francois, İngiltere Kraliçesi Maria, Vittoria Colonna, İstanbul'da da baylosluk yapan ve Mimar Sinan ile Andrea Palladio arasında bir bağ kurduğuna inanılan Marc'Antonio Barbaro ve oğlu Daniele Barbaro, İtalyan soylusu Giuglia Gonzaga, Kardinal Reginald Pole ve Triboulet gibi isimler bulunmaktadır.
Venedikli Ressamlardan Müzik Ziyafeti
Veronese bununla yetinmez ve tablonun ön kısmında bulunan müzisyenler locasına döneminin en önemli Venedikli sanatçılarını da yerleştirir. Bizzat Veronese viyolonsel çalmaktadır ve en yakın ressam arkadaşları olan Giacopo Bassano kornetin, Tintoretto kemanın ve Tiziano da kontrabasın başına geçmişlerdir.
Veronese San Giorgio Maggiore'nin yemekhanesi için mekana uygun olarak oldukça büyüleyici büyük bir eser meydana getirmiştir. Venedik Cumhuriyeti'ne son veren ve tarihte Venedik'i işgal etme başarısı gösterebilen tek lider olan Napoleon, Venedik'i Avusturyalılar'a sattıktan sonra sevdiği başka bir çok eser gibi Paolo Veronese'nin bu tablosunu da Paris'e götürülmek üzere seçmiştir. Bu nedenle tablo yola çıkmak üzere parçalara ayrılmış ve Louvre'da tekrar bir araya getirilmiştir. Çoğu kimse bu esere bakarken Veronese'nin o birbirinden güzel renkleri ve eserin ihtişamı karşısında gerçekten çok etkilenir; ancak gerçekte çok az insan bu resmin hakkını verebilecek kadar sanat tarihi bilgisine sahiptir. Biz Mona Lisa'ya birazcık yaklaşmayı başarıp Leonardo ile selamlaştıktan sonra, Veronese'nin güzel tablosunun karşısına geçtik ve uzun uzun bu tabloyu incelemeye başladık. Veronese'nin tablosu için seçtiği tarihsel kişiliklerin hepsini bir arada bir yemek masasında görmek gerçekten inanılmaz bir duyguydu.
Esasında Veronese bu eserin iki ayrı versiyonunu daha yapmıştı. Her seferinde başka ünlü karakterler seçen ressamın diğer eserlerinden biri Venedik'te Accademia Müzesinde bulunuyor. “Cena a Casa di Levi” yani Levi'nin evinde akşam yemeği tablosu, diğeri ise Milano'da Pinacoteca di Brera'da bulunan “Cena in Casa di Simone” yani Simon'un evinde akşam yemeğidir. Veronese, üç tablonun da ortak noktası olan akşam yemeklerini, Palladio tasarımı bir mekanda bize sunmaktadır. Veronese bu eserleri yaptığı dönemde bir yandan da bir dönemin Venedik Baylosu (elçisi) Marc'antonio Barbaro'nun Andrea Palladio tarafından yapılan ünlü villası Villa Barbaro'yu da resimliyordu ve ilginçtir bu üç eserine birden ilham kaynağı olan o lüks, şatafatlı salonlar bu villanın salonlarını çok andırıyordu.
Sokullu Mehmed Paşa ile Marc'antonio Barbaro arasında geçenler
Marc'antonio Barbaro, İstanbul'da bulunduğu sıra içerisinde Sokullu Mehmet Paşa ile Kıbrıs ve İnebahtı deniz savaşlarının ardından o herkesin bildiği diyalogu yaşayan kişiydi. Sokullu ona “bizi İnebahtı'da yenerek sakalımızı kestiniz; oysa biz Kıbrıs'ı sizden alarak kolunuzu kesmiş olduk. Kesilen sakal daha gür çıkar; ama kesilen kol bir daha yerine gelmez” diyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder