(Altı Nokta Körler Derneğine ve Mürşide Adem Vural çiftine adanmış bir yazıdır.)
Sevgili arkadaşım Fatma misafir bir çiftimiz olduğunu ve bir geceliğine Venedik'e geleceklerini, ama istisnai bir durumları olduğunu misafirlerimizin gözlerinin görmediğini söyledi. Birkaç saniyelik bir sessizlikten sonra korkuya kapılıp nasıl yani, Venedik'e, her köşe başında köprülerin ve sayısız kanala açılan yolların olduğu bu labirent şehre mi gelmek istiyorlar? demiştim.
Venedik'e has bir hastalık: GÖZ ESTETİĞİ
Derlerki Venedik'e gelenler çok kısa bir sürede çok güçlü bir radyasyonun etkisinde kalırlar. Bu radyasyona bizzat şehrin güzelliği neden olurmuş. Venedik'e gelenler kanalların üzerine kurulmuş, köprülerle birleştirilmiş yüzden fazla adanın üzerinde birbirinden güzel saraylar, kiliseler, evler, meydanlar ve bunların ayrıntıları arasında, üstelik de Venedik'in eşsiz renkleri ve ışığı ile bütünleşen bu güzellik gören gözleri kendi sihrinin etkisi altına alır ve bir haftadan fazla bu güzelliğe maruz kalan gözler bir daha asla gülmezmiş. Bu mutsuzluğa uzun süre çare bulamayanlar bir vesile ile tekrar Venedik'e dönerlerse yeniden gözlerinin güldüğünü fark ederlermiş. İşte bu kara büyünün adına “Göz Estetiği Hastalığı” diyoruz.
Peki, görmeyen iki insan için Venedik ne ifade edebilir?
Mürşide ve Adem Vural çifti yola çıkmadan önce beni arayıp “Türkiye'den geliyoruz. Biliyoruz ki siz uzaktasınız. Mutlaka canınızın çektiği bir şey vardır. Lütfen bize söyleyin size getirelim” dediler. Açıkçası şimdiye kadar kaç kere rehberlik yaptığımı hatırlamıyorum; ama hiç tanımadığım insanlardan ilk defa bu derece yüksek bir duyarlılık örneği görmek beni çok mutlu etti. Kendini önemsenmiş hissetmek, uzaklarda hala çok güzel insanların var olduğunu bilmek gerçekten de bütün karamsarlığımı atmama neden oldu.
Mürşide ve Adem Vural Venedik'e yalnız başlarına geldiler. Birçok insanın Venedik'te kaybolmaktan korkup taksi ile karşılama taleplerine karşın bu cesur iki insan ne karşılama talep ettiler ne de taksi istediler. Havaalanından vapura kendileri bindiler. San Marco Meydanı'nda indiler. İlk olarak karşılarına çıkan Fransız turistlerin ve sonra da Venediklilerin yardımıyla otellerini bir saatlik bir yürüyüşten sonra buldular. Ben onlardan haber beklerken onlar biz geldik oteldeyiz diye beni aradılar. Taze simit ve lokum getirdiklerini ve bir an önce bana vermek istediklerini söylediler. Açıkçası ertesi günü şehir turu yapacağım bu çifti tanımak için ben de sabırsızlanıyordum. Bu nedenle hemen yanlarına gittim. Otellerinin olduğu meydana vardığımda onları o meydanda dolaşırken buldum. Hemen yanlarına gidip kendimi tanıttım. Beni çok sıcak bir şekilde karşıladılar.
Venedik'te ilk yürüyüş
Açıkçası telaşlıydım. Nasıl yardımcı olacağımı düşünüyordum. Venedik'in kalabalığında dar sokaklarda sürekli karşıdan gelen insanların arasından üçümüzün nasıl yan yana yürüyebileceğimizi, bir yandan da hangi yolu seçmek daha mantıklı olur diye düşünüyordum. Vural çifti Venedik'e geldikleri için çok mutlu olduklarını ve şehri çok sevdiklerini söylediler. Çok yer gezmişler. Japonya'ya kadar dünyanın birçok ülkesini ziyaret etmişler, ama onları Venedik kadar etkileyen bir şehir olmamış.
Dar sokaklarda yürürken çok zorlanmadıklarını fark ettim. Seslere göre yönlerini tayin ediyorlardı. Ben konuşuyor Venedik hakkında bilgiler veriyordum; onlarsa beni dinliyorlar, sesimi ve adımlarımı takip ediyorlardı. 30'unu aşıp da hala sağını solunu karıştıran biri olarak çok da güvenilir bir rehber olmadığımı dün daha iyi anladım. Sürekli bir dönemeçten geçiyor ve her seferinde sağımı solumu şaşırıyordum. Onlarsa beni göremeden sempati ile şaşkınlığımı mazur görüyorlardı.
Restoran'da balık yemek!
Venedik'te balık yenirmiş dedi Adem Bey. Misafirlerimi karşılamadan önce kaygılarımı arkadaşlarımla paylaşmış ve onlardan bazı tavsiyeler almıştım. Buna göre diğer duyulara hitap etmem gerekiyordu. Şehrin tadı, kokusu, havası, suyu, sesi, enerjisi ve dokununca tende bıraktığı hissi... Evet bence balık yemelisiniz. Burada Adriyatik Denizi'nden lagüne kaçan yaramaz balıklar çok lezzetlidir. O halde güzel bir yere oturalım ve balık yiyelim. Marco Polo Restoranı Salizada San Lio'nun Rialto'ya yakın bir noktasında bulunuyor. Upuzun ve insanların yoğun olarak geçtikleri bir yol. Rialto'dan San Lio'ya girenler yolun sağ tarafında kalan restoranlarda oturup keyifli bir akşam yemeği yerler. Biz de onlar gibi yaptık. Marco Polo'nun sokağa bakan masalarından birini seçip dışarı oturduk.
Venedik'i hissetmek!
Adem Bey, Venedik iyot kokuyor dedi. Deniz havası var burada. Çok güzel bir şehir ben çok sevdim dedi. Mürşide Hanım Venediklilerin çok sıcak insanlar olduklarını söyledi. Restoran çalışanları bu tatlı çiftin tek başlarına Venedik'e gelmiş olmalarına inanamadılar. Etrafımızda pervane oldular adeta. Yemek esnasında elimden geldiğince onlara yardımcı oldum. Bir yandan da gözlem yaptım. Ne kadar pratik olduklarını gördüm. Yemekte hiçbir sıkıntı olmadı. Yemek boyunca bolca sohbet etme ve birbirimizi tanıma imkanı bulduk. Bana sürekli Venedik'in çok güzel bir şehir olduğunu söylediler. Onların bu mutluluğu bana doğru bildiğim bir şeyi eksik bildiğimi fark ettirdi. Venedik'e gelenler sadece göz estetiği hastalığına yakalanmıyorlardı. Şehrin sesleri ve kokusu da büyülüydü. Bir an için gözlerimi kapattım ve yanımdan geçen insanların ayak seslerini dinlemeye başladım. Sonra uzaklardan gelen gitar sesini duydum. Az önce hiç fark etmediğim müziğin ritmine kendimi kaptırdım. Denizin kokusunu içime çektim ve bir an için gördüğümü unutup şehri içimde hissettim.
Yemekten sonra bu tatlı çifti otellerine bıraktım ve evime gittim. Aklım onlarda kalmayacaktı sağ sağlim otellerine ulaştırmıştım. Oysa onlar benden sonra dinlenip yeniden Venedik sokaklarına karışmak istemişlerdi. Bunu ertesi günü bana anlattılar. Bu karşımdaki iki cesur insan her geçen saniye beni daha fazla büyülüyordu. Ertesi gün birlikte şehir turu atmamız gerekiyordu. Akşam üstü de vapura bineceklerdi ve geldikleri gibi kendileri evlerine döneceklerdi.
Yürüyüşe başlıyoruz!
Yürüyüşümüzün ilk durağı Marco Polo'nun eviydi. Ünlü seyyahtan geriye tam olarak ne kalmış bilemeyiz, ama geçtiği sokakların hiç değişmediğini fark edebiliyoruz. Polo'nun evinin olduğu yerin adı "Del Milion" olarak geçiyor, yani seyyahın ünlü kitabının adı. Venedik'in bir çok bölgesinden oldukça farklı bir mimarisi var. Polo'nun evine giderken altından geçtiğimiz kemerli yapının kabartmaları farklı hayvan desenleri ile kaplı ve bunlara dokunup ne olduklarını, nasıl olduklarını ve taşın cinsini anlamaya çalışıyoruz. Adem Bey, Venedik'in sokaklarını Mardin'e benzetiyor. Ne ilginç ki bunu daha önce bir başkasından da duymuştum. Benzerliği algılamak için dokunmak da yetiyor. Ne kadar çok mermer kullanmışlar diyor. Duvarları tuğlalarla örmüşler çok sağlamlar diyor. Bu kadar yüzyıl dayanmışlar diyor.
Görmeyen gözlerden Venedik tespiti!
Merakıma yenik düşüp Venedik hakkında ne düşündüklerini soruyorum. Görmeyen bir insan için biraz zor olmalı belki de kim bilir;? Oysa hiç öyle değilmiş. Bir kere araç yok diyorlar. Bu bizim için çok büyük avantaj diyorlar. Köprü çıkıp inmenin düşündüğümün aksine kolay olduğunu söylüyorlar. Biraz karışık, ama öğrenilmeyecek bir şehir değil diyorlar. Oysa ben 5 yılın ardından hala bazen yolumu şaşırıyorum deyince bana gülümsüyorlar.
Görmeyenler için teknolojinin önemi!
Adem Bey Facebook kullanıyor. Üstelik de çok başarılı bir kullanıcı. Telefonunu sesli komutları takip ederek gayet iyi kullanıyor. Çektiğimiz fotoğraflardan bazılarını Facebook'ta arkadaşları için paylaşıyor. Gittiğimiz yerler hakkında yine önemli bulduğu bilgileri paylaşıyor. Mürşide Hanım her ne kadar sıklıkla telefonunu unuttuğunu söylese de o da en az eşi kadar teknolojide ustalaşmış durumda. Adem Bey kendileri için teknolojinin artık hayatı çok pratikleştirdiğini söylüyor. Ben de geçenlerde Altı Nokta Körler Derneği'nin bir reklam kampanyasını izlediğimi ve sesli telefonun kıyafet renkleri seçiminde nasıl yardımcı olduğunu bildiğimi söylüyorum. Teknoloji hepimiz için çok önemli, ama görmeyen bir insan için elbette çok daha işlevsel ve bu anlamda hepimizin de daha duyarlı olması gerekiyor.
Gondolda!
Venedik'e gelinir de gondola binilmeden olmaz. Mürşide Hanım da eşi ile bu eşsiz romantik yolculuğu yapmak istiyordu ve sonuna kadar da haklıydı. Adem Bey de gondol macerası için sabırsızlanıyordu. Venedik'te işim gereği defalarca gondola bindiğimden dolayı bu etkinlik benim için yapılması gereken zorunlu bir gezintiden başka bir şey ifade etmemeye başlamıştı. Oysa bu defaki çok farklıydı. Bu gondol yolculuğunu onlara yaşatmam gerekiyordu. Goldolcumuz da heyecanımıza ortak oldu ve çok keyifli oldukça da uzun yolculuğumuz başladı. Mürşide Hanım yüzde doksan oranında göremiyor, ama ışığı ve değişimleri fark edebiliyordu. Adem Bey ise kalbiyle bütün güzellikleri belki de hepimizden fazla hissediyordu. Yanından geçtiğimiz o kanal üzerindeki evlerden birinde yaşamanın ne kadar da keyifli bir şey olabileceğini düşünüyorlar ve bunun hayalini kuruyorlardı. Bir yandan da bu anı bizzat tarafımdan ölümsüzleştiren fotoğraf makinasına poz veriyorlardı. O kadar mutlulardı ki onların o enerjisi bana geçti. O an kendimi çok iyi hissediyordum. Onlarla o anı yaşayabildiğim için Tanrı'ya teşekkür ediyordum.
Bir lezzet, damakta kalan bir tattır hayatın anlamı
Keyifli gondol yolculuğunun ardından hemen alışverişe geçiyoruz. Mürşide Hanım kendisine ve yakınlarına birbirinden güzel kolyeler seçiyor. Alışveriş yapmış olmanın verdiği mutluluk hepimizi acıktırıyor ve güzel bir öğlen yemeği molası veriyoruz. Öğlen menümüz bir İtalyan klasiği olan makarna oluyor. Misafirlerim İtalyan yemeklerini belli ki çok seviyorlar. Japonya'da bile İtalyan restoranına gittiklerini söylüyorlar. Düşünüyorum da güzel bir yemeğin verdiği hazzı almak için bile kilometrelerce yol kat eden insanlar ne kadar da haklılar. Bir lezzet, damakta kalan bir tat oluyor bazen bir hayatın anlamı.
San Marco Meydanı'nda!
Gezimizin son durağı elbette San Marco Meydanı oluyor. Ben bu eşsiz güzellikteki meydanı bu iki güzel insanın çok seveceğini düşünüyorum ve de yanılmıyorum. Meydana varır varmaz ikisini de bir mutluluk hali alıyor. Şehrin gösterişli hali orada bulunan herkes gibi onları da etkisi altına alıyor. Hemen müziğe yaklaştırıyorum onları. Daha yakından duysunlar istiyorum. Klasik müziğin akışkan ritmine kendimizi kaptırıyoruz. Sonra kuşlardan bahsediyorum ve meydanın gerçek ev sahiplerinin onlar olduğunu söylüyorum. Napolyon bile onları meydandan atamamış diye anlatıyorum. Yüzlerce kuşun arasında yürümeye başlıyoruz. Keyifli bir oyun oynar gibi oluyoruz. Hatta biraz da çocuklaşıyoruz. San Marco Meydanı çok güzeldi daha da güzelleşiyor. Ben de yine gözlerimi kapatıyorum ve meydanın tadını çıkarıyorum. Bunun eşsiz bir deneyim olduğunu söylüyorum onlara. Şimdi üçümüz de aynıyız, ben de artık sizin hissettiğiniz o doyumsuz hazzı alacağım diyorum.
Florian Cafe'de!
Mürşide Hanım o kadar mutlu oluyor ki o meydanda daha çok anısı olsun istiyor. Fotoğraflar da yetmiyor. Hafızasında yer edinecek daha keyifli bir anı yaşamak istiyor. Hani o meşhur kafe varmış ya bahsetmiştiniz Serap Hanım lütfen bizi oraya götürün diyor. Pahalı diye uyarmıştınız, ama buraya kadar gelmişken orada müzik dinleyelim birer çay içelim keyifle diyor. Kuşlardan uzaklaşıp Florian'ın yolunu tutuyoruz. Müzisyenlerin yakınlarında bir masaya geçiyoruz. Florian'ın garsonlarını anlatıyorum. Hepsinin smokinli olduğunu, kafenin içinin son derece güzel olduğunu söylüyorum. Son derece şık bir gümüş tepside çaylarımızı içiyoruz. Derken güzel bir tatlı o anı daha da güzelleştiriyor. Konuklarıma vapurlarına kadar eşlik ediyorum.
Vedalaşma!
İyi ki gelmişiz dediklerinde, evet iyi ki gelmişsiniz diyorum. Onları tanımaktan ne kadar mutlu olduğumu söylüyorum. Bu yazıyı yazabilmek için müsaade istiyorum. Çok memnun olacaklarını söylüyorlar. Onların bu yaşama sevinci beni hayata bağlıyor. Son zamanlarda içinde bulunduğum umutsuz ruh halinden uzaklaşıyorum. Onlar mutlu mesut vapur yolculuğuna başlamanın heyecanındalarken ben bu iki cesur insanın herkese örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Tekrar ve tekrar kendilerine teşekkür ediyorum. Hayatıma anlam kattıkları için ne kadar özel ve önemli olduklarını düşünüyorum. Vedalaşırken ikisinin de yanaklarından öpüyorum. Yoğun duygu birikiminin etkisiyle Venedik sokaklarında tek başıma dolaşırken ağlamaya başlıyorum ve bu iki güzel insanın engel tanımamalarının birazcık cesarete ihtiyaç duyanlara ilham olmasını diliyorum.
yazdıklarını okurken Venedik'te geziyormuşum hissine kapılıyorum ve bu hoşuma gidiyor.Orayı seviyorum ve sık sık gidemeyeceğimi bildiğim için hafızamdan izleri silinsin istemiyorum. yazılarını fırsat buldukça okumaya devam edeceğim.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. Hiç merak etmeyin Venedik bu asla unutulmuyor :)
YanıtlaSil