12-15 Eylül tarihleri arasında Zürih’te önemli bir Konferans vardı. Bu nedenle İtalyan Prof. Maria Pia Pedani ile aynı zamanda İsviçre’de Zürih Kantonu’nun da başkenti olan Zürih’e gittik. Milano’da Zürih’e bizi götürecek tren ile yolculuğumuz yaklaşık 4 saat sürdü. Bu arada dil öğrenmenin bir altın kuralını da hocayla bu yolculukta keşfettim: Bulmaca çözmek. Bulmaca çözmek gerçekten de tam bir beyin jimnastiği ve dil öğrenmeye çok katkısı olan bir uğraş. Hocam sağ olsun bana yol boyunca bulmaca çözdürüp alıştırma yapmamı sağladı.
Trenimiz yoluna devam ederken sürekli yükseldik, yükseldikçe sanki sonsuz bir yeşilin içine dalıyorduk. Bir yandan yağmur yağdı, sanki bir anda iklim değişti ve hava soğudu. Tren yolculuğu boyunca önce önü açık ayakkabılarımı çıkartıp kalın çoraplar ve kapalı ayakkabılarımı giymek zorunda kaldım. Ardından kısa kolluların üzerine uzun kollular ve hatta yünden bir şala da sıkı sıkı sarınmak zorunda kaldım.
İsviçre’nin Almanca konuşulan kantonuna gidiyoruz. Almanca konuşulan bir bölgede Almanca bilmemek önümde yaşanacak yeni bir deneyim daha var. Trenden iner inmez bir taksiyle hemen otelimize gittik. Akşam olmak üzereydi ve çok yorgunduk. Biz otelden içeri girer girmez müthiş bir yağmur yağmaya başladı. Şehir adeta bize hoş geldin diyordu. Konferansın diğer tüm katılımcıları da otelde olacaktı. Çalışmalarını yakından takip ettiğim önemli tarihçileri yakından tanıyacak olmanın memnuniyeti içerisindeydim. İlk tanıştığım daha otelden içeri girer girmez bütün sempatisiyle bizi selamlayan Salvatore Bono oldu. Akdeniz’in korsanları hakkında önemli çalışmaları bulunan Bono ile tanıştığıma çok mutlu oldum açıkçası. Konferans sırasında ve bütün akşam yemeklerinde de hep bir araya gelip uzunca sohbet etme imkânı buldum kendisiyle.
İlk tanışmanın ardından eşyalarımızı bırakmak ve kısa bir süre sonra restorantta buluşmak üzere odalarımıza çekildik. Soğuk hava ve yorgunluğu en iyi alacak şey sıcak bir çorba diye düşünüp birer domates çorbası söyledik. Çorba aşırı sıcaktı ve peynir yerine içine yoğurt konulmuştu. Maria Pia için çorbanın ısısı oldukça yüksekti. O nedenle çorbasına buz taneleri eklemeyi tercih etti. İtalyanların genel olarak çok yüksek ısıda yemek yemediklerini daha önceki deneyimlerimden fark etmiştim. Ancak ben bu çorbayı önceki alışkanlıklarıma uyarak sıcacık bir şekilde yemeyi tercih ettim.
Sıcak çorbanın ardından günü güzel bir uyku ile noktalayıp ertesi günkü konferans yoğunluğuna hazırlanmak üzere odalarımıza çekildik yeniden. Odama geçer geçmez perdeleri açtım ve şiddetli yağmur etkisindeki cadde ışıklarına daldım. Bambaşka bir ülkede hiç tanımadığım bir şehirdeyim. Bu duyguyu kesinlikle çok seviyorum. İki sene önce aynı hissi Viyana’da yaşamıştım ve tabi 3 yıl önce de Venedik’te. Bakalım dünyanın başka hangi şehirleri bana bu duyguları yaşatacak.
Gece boyu şiddetle devam eden yağmurun ritmiyle derin uykuya daldım ve ertesi güne zinde uyandım. Konferans Zürih Üniversitesi’nde olacaktı. O nedenle kahvaltı sonrası hemen üniversiteye doğru hareket ettik. Şehrin her noktasından geçen tramvaylardan birine bindik.
“Transcultural Perspectives on Late Medieval and Eary Modern Slavery in the Mediterranean” “Akdeniz'de Ortaçağ Geç ve Erken Modern Çağlarda Kölelik üzerine Transkültürel Perspektifler” başlığı altında yapılan kongre için sunum yapacak olanlar Jeffrey Fynn-Paul, Stevan A. Epstein, William G. Clarence-Smith, Hayri Gökşin Özkoray, Metin Kunt, Wolfgang Kaiser, Andrea Pelizza, Stefan Hanß, Robert C. Davis, Suraiya Faroqhi, Claudia Ulbrich, Neven Budak, Sally McKee, Eric R. Dursteler, Maria Pia Pedani, Juliane Schiel, Debra Blumenthal, Michale Toch, Mathieu Arnoux, Salvatore Bono, James Amelang, Seven Trakulhun, Ludolf Kuchenbuch, Nicolas Vatin’di. Dünyanın birçok ülkesinden gelen tarihçiler sunumlarını İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca olmak üzere dört dilde yaptılar. İngilizcenin iletişim için ortak dil olduğu kongrede sunum için araştırmacıların genellikle anadillerini seçmelerinde ülke politikalarının etkili olduğu konuşuluyordu. Bilhassa Fransızlar bu konuda oldukça hassaslardı. Sunumlarını Fransızca yaptıktan sonra sorular kısmını genel olarak İngilizce hatta bazen İtalyanca ve Almanca olarak da cevapladılar. Böylece yabancı dilmek gerekliliğine bir kez daha inanmış oldum.
Konferanstan kendimce notlarımı aldıktan sonra Fransızca ve Almanca sunumları dinlemek yerine biraz da şehir turu yapmayı tercih ettim. Akşam yemeklerinde konferans ekibiyle yine bir araya geldik. Şehir turumun nasıl geçtiğini sordular. Bazılarıyla aynı masaya oturmuş olmanın verdiği yakınlıkla daha uzun konuşma fırsatımız oldu. Metin Kunt ve Suraiya Faroqhi de bunlar arasındaydı. Metin Hoca ile tanışmayı çok istiyordum. Çalışmalarını yakından takip ettiğiniz biri ile tanışmak ve hatta sohbet edebilme imkânı bulabilmek ve hatta fikir danışabilmek gerçekten de büyük bir şans. Uzun yıllarını Türkiye’de geçirmiş olan Faroqhi hoca ile de bir akşam yürüyüşü yaptık ve hoca bana Türkiye anılarını anlattı uzun uzun. Çok genç yaşta bambaşka bir ülkeye yerleşmek ve o ülkeye âşık olmak ve o ülkenin bir parçası olmak, eski İstanbul Türkçesi ile konuşmak ve Türk insanını çok iyi tanımak… Kendisine hayran kaldım açıkçası iyi ki tanıştık.
Otelden çıkarken resepsiyondan bir şehir haritası istemiştim. Haritaya göre kendime bir yön belirledim ve haritada kırmızı ile belirtilen şehrin önemli yerlerini gezmeye, bir yandan da Davide duymasın ama yalnız başıma da hiç bilmediğim bir yeri keşfetmek güzelmiş diye düşünüyordum. Derken telefonum çaldı ve rehberim bana tek kişilik maceramın nasıl geçtiğini sordu. Şehir izlenimlerim ve elbette kendisi için bir İsviçre çikolatası alıp almadığım en çok merak ettiği konuydu. Ah bu İtalyanların tatlı düşkünlüğü yok mu?
Zürih Sehl Nehri üzerine kurulmuş bir şehir. 1.100.000’u bulan bir nüfusa sahip. Şehri gezmek oldukça kolay, bir ucundan diğerine ulaşıp nehir üzerinde yer alan altı köprü üzerinden geçince aslında bütün şehri baştan aşağı geçmiş oluyorsunuz. Bunun haricinde yapılması gereken şey gezilmesi görülmesi gereken yerlere ulaşmak kalıyor.
Zürih mimarisi İtalya’dan yola çıkan biri için oldukça sade ve grice diyebilirim. Bana şehir de açıkçası gri ve yeşilin karışımı gibi geldi. Üstüne üstlük bir de Almanca konuşuluyor. Fakat çok düzenli ve sakince kendi kurallarını koyan ve bunu tam anlamıyla uygulayanların ülkesinden bir parça olduğunu adeta haykırıyor. Belli başlı yapıları oldukça önemli ve görmeye değer buldum. Kiliselerini gezdim ve İtalya’nın kiliselerinden oldukça farklı bir düzen buldum. İsviçreliler dini biraz daha sosyal hayatlarına katmış gibiler. Kiliselerden birinde deri koltuklar gördüm gelenler otursun aynı zamanda sohbet edebilsinler diye. Çocuklar için masa, sandalye, defterler, renkli kalemler ayrıca bir de kütüphane gördüm. Başka bir kilisede ise dans ve müzik dersleri alan çocuklar gördüm. Ana meydanda bulunan Grossmunster Kilisesi ve Fraumunster şehrin önemli tarihi mekânları olarak dikkat çekici gerçekten de. Fraumünster'in 1970'de Chagall tarafından renklendirilen camları da oldukça dikkat çekici ve güzeller.
Bu arada Zürih adının kökeni de Keltlerden gelme bir kelime olan Turus’tur 2. yüzyıldaki Roma işgalinde ise şehir Turicum diye adlandırılmış. İsviçre Almancası’nda ise Züri (tsüri) diye telaffuz ediliyor.
Bütün bunlardan geriye bana ne kaldı peki? Şehri geride bırakıp evime Venedik’e doğru yola çıktığımda sıcak lezzetleri, ferah sokakları, soğuk panoramasını tatlandıran enfes çikolataları ve lezzetli peynirlerinin damakta bıraktığı tat; Soğuk mimariyi renklendiren pahalı vitrinler, serin bir ırmak ve iki yakayı birbirine bağlayan köprüler…
Trenimiz yoluna devam ederken sürekli yükseldik, yükseldikçe sanki sonsuz bir yeşilin içine dalıyorduk. Bir yandan yağmur yağdı, sanki bir anda iklim değişti ve hava soğudu. Tren yolculuğu boyunca önce önü açık ayakkabılarımı çıkartıp kalın çoraplar ve kapalı ayakkabılarımı giymek zorunda kaldım. Ardından kısa kolluların üzerine uzun kollular ve hatta yünden bir şala da sıkı sıkı sarınmak zorunda kaldım.
İsviçre’nin Almanca konuşulan kantonuna gidiyoruz. Almanca konuşulan bir bölgede Almanca bilmemek önümde yaşanacak yeni bir deneyim daha var. Trenden iner inmez bir taksiyle hemen otelimize gittik. Akşam olmak üzereydi ve çok yorgunduk. Biz otelden içeri girer girmez müthiş bir yağmur yağmaya başladı. Şehir adeta bize hoş geldin diyordu. Konferansın diğer tüm katılımcıları da otelde olacaktı. Çalışmalarını yakından takip ettiğim önemli tarihçileri yakından tanıyacak olmanın memnuniyeti içerisindeydim. İlk tanıştığım daha otelden içeri girer girmez bütün sempatisiyle bizi selamlayan Salvatore Bono oldu. Akdeniz’in korsanları hakkında önemli çalışmaları bulunan Bono ile tanıştığıma çok mutlu oldum açıkçası. Konferans sırasında ve bütün akşam yemeklerinde de hep bir araya gelip uzunca sohbet etme imkânı buldum kendisiyle.
İlk tanışmanın ardından eşyalarımızı bırakmak ve kısa bir süre sonra restorantta buluşmak üzere odalarımıza çekildik. Soğuk hava ve yorgunluğu en iyi alacak şey sıcak bir çorba diye düşünüp birer domates çorbası söyledik. Çorba aşırı sıcaktı ve peynir yerine içine yoğurt konulmuştu. Maria Pia için çorbanın ısısı oldukça yüksekti. O nedenle çorbasına buz taneleri eklemeyi tercih etti. İtalyanların genel olarak çok yüksek ısıda yemek yemediklerini daha önceki deneyimlerimden fark etmiştim. Ancak ben bu çorbayı önceki alışkanlıklarıma uyarak sıcacık bir şekilde yemeyi tercih ettim.
Sıcak çorbanın ardından günü güzel bir uyku ile noktalayıp ertesi günkü konferans yoğunluğuna hazırlanmak üzere odalarımıza çekildik yeniden. Odama geçer geçmez perdeleri açtım ve şiddetli yağmur etkisindeki cadde ışıklarına daldım. Bambaşka bir ülkede hiç tanımadığım bir şehirdeyim. Bu duyguyu kesinlikle çok seviyorum. İki sene önce aynı hissi Viyana’da yaşamıştım ve tabi 3 yıl önce de Venedik’te. Bakalım dünyanın başka hangi şehirleri bana bu duyguları yaşatacak.
Gece boyu şiddetle devam eden yağmurun ritmiyle derin uykuya daldım ve ertesi güne zinde uyandım. Konferans Zürih Üniversitesi’nde olacaktı. O nedenle kahvaltı sonrası hemen üniversiteye doğru hareket ettik. Şehrin her noktasından geçen tramvaylardan birine bindik.
“Transcultural Perspectives on Late Medieval and Eary Modern Slavery in the Mediterranean” “Akdeniz'de Ortaçağ Geç ve Erken Modern Çağlarda Kölelik üzerine Transkültürel Perspektifler” başlığı altında yapılan kongre için sunum yapacak olanlar Jeffrey Fynn-Paul, Stevan A. Epstein, William G. Clarence-Smith, Hayri Gökşin Özkoray, Metin Kunt, Wolfgang Kaiser, Andrea Pelizza, Stefan Hanß, Robert C. Davis, Suraiya Faroqhi, Claudia Ulbrich, Neven Budak, Sally McKee, Eric R. Dursteler, Maria Pia Pedani, Juliane Schiel, Debra Blumenthal, Michale Toch, Mathieu Arnoux, Salvatore Bono, James Amelang, Seven Trakulhun, Ludolf Kuchenbuch, Nicolas Vatin’di. Dünyanın birçok ülkesinden gelen tarihçiler sunumlarını İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca olmak üzere dört dilde yaptılar. İngilizcenin iletişim için ortak dil olduğu kongrede sunum için araştırmacıların genellikle anadillerini seçmelerinde ülke politikalarının etkili olduğu konuşuluyordu. Bilhassa Fransızlar bu konuda oldukça hassaslardı. Sunumlarını Fransızca yaptıktan sonra sorular kısmını genel olarak İngilizce hatta bazen İtalyanca ve Almanca olarak da cevapladılar. Böylece yabancı dilmek gerekliliğine bir kez daha inanmış oldum.
Konferanstan kendimce notlarımı aldıktan sonra Fransızca ve Almanca sunumları dinlemek yerine biraz da şehir turu yapmayı tercih ettim. Akşam yemeklerinde konferans ekibiyle yine bir araya geldik. Şehir turumun nasıl geçtiğini sordular. Bazılarıyla aynı masaya oturmuş olmanın verdiği yakınlıkla daha uzun konuşma fırsatımız oldu. Metin Kunt ve Suraiya Faroqhi de bunlar arasındaydı. Metin Hoca ile tanışmayı çok istiyordum. Çalışmalarını yakından takip ettiğiniz biri ile tanışmak ve hatta sohbet edebilme imkânı bulabilmek ve hatta fikir danışabilmek gerçekten de büyük bir şans. Uzun yıllarını Türkiye’de geçirmiş olan Faroqhi hoca ile de bir akşam yürüyüşü yaptık ve hoca bana Türkiye anılarını anlattı uzun uzun. Çok genç yaşta bambaşka bir ülkeye yerleşmek ve o ülkeye âşık olmak ve o ülkenin bir parçası olmak, eski İstanbul Türkçesi ile konuşmak ve Türk insanını çok iyi tanımak… Kendisine hayran kaldım açıkçası iyi ki tanıştık.
Otelden çıkarken resepsiyondan bir şehir haritası istemiştim. Haritaya göre kendime bir yön belirledim ve haritada kırmızı ile belirtilen şehrin önemli yerlerini gezmeye, bir yandan da Davide duymasın ama yalnız başıma da hiç bilmediğim bir yeri keşfetmek güzelmiş diye düşünüyordum. Derken telefonum çaldı ve rehberim bana tek kişilik maceramın nasıl geçtiğini sordu. Şehir izlenimlerim ve elbette kendisi için bir İsviçre çikolatası alıp almadığım en çok merak ettiği konuydu. Ah bu İtalyanların tatlı düşkünlüğü yok mu?
Zürih Sehl Nehri üzerine kurulmuş bir şehir. 1.100.000’u bulan bir nüfusa sahip. Şehri gezmek oldukça kolay, bir ucundan diğerine ulaşıp nehir üzerinde yer alan altı köprü üzerinden geçince aslında bütün şehri baştan aşağı geçmiş oluyorsunuz. Bunun haricinde yapılması gereken şey gezilmesi görülmesi gereken yerlere ulaşmak kalıyor.
Zürih mimarisi İtalya’dan yola çıkan biri için oldukça sade ve grice diyebilirim. Bana şehir de açıkçası gri ve yeşilin karışımı gibi geldi. Üstüne üstlük bir de Almanca konuşuluyor. Fakat çok düzenli ve sakince kendi kurallarını koyan ve bunu tam anlamıyla uygulayanların ülkesinden bir parça olduğunu adeta haykırıyor. Belli başlı yapıları oldukça önemli ve görmeye değer buldum. Kiliselerini gezdim ve İtalya’nın kiliselerinden oldukça farklı bir düzen buldum. İsviçreliler dini biraz daha sosyal hayatlarına katmış gibiler. Kiliselerden birinde deri koltuklar gördüm gelenler otursun aynı zamanda sohbet edebilsinler diye. Çocuklar için masa, sandalye, defterler, renkli kalemler ayrıca bir de kütüphane gördüm. Başka bir kilisede ise dans ve müzik dersleri alan çocuklar gördüm. Ana meydanda bulunan Grossmunster Kilisesi ve Fraumunster şehrin önemli tarihi mekânları olarak dikkat çekici gerçekten de. Fraumünster'in 1970'de Chagall tarafından renklendirilen camları da oldukça dikkat çekici ve güzeller.
Bu arada Zürih adının kökeni de Keltlerden gelme bir kelime olan Turus’tur 2. yüzyıldaki Roma işgalinde ise şehir Turicum diye adlandırılmış. İsviçre Almancası’nda ise Züri (tsüri) diye telaffuz ediliyor.
Bütün bunlardan geriye bana ne kaldı peki? Şehri geride bırakıp evime Venedik’e doğru yola çıktığımda sıcak lezzetleri, ferah sokakları, soğuk panoramasını tatlandıran enfes çikolataları ve lezzetli peynirlerinin damakta bıraktığı tat; Soğuk mimariyi renklendiren pahalı vitrinler, serin bir ırmak ve iki yakayı birbirine bağlayan köprüler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder