29 Şubat 2016 Pazartesi

Antonio Canova dünyanın en güzel kadınlarının Tanrısı


Dünyanın en güzel kızları ve onların Tanrısı Antonio Canova              


Hafta sonu geldi çattı ve ben yine yola çıkmak üzere hazırlandım. Bir başka tren yolculuğu sonrası soluğu, artık benim için vazgeçilmez yer olan, Kuzey İtalya Alpleri’nde aldım. Vicenza, Treviso, Bassano del Grappa, Asolo, San Zenone degli Ezzelini, Marostica, Cittadella, Castelfranco Veneto, Monte Grappa’nın etekleri ve Veneto bölgesinin Venedik’ten turisti az gören her bir köşesi…

Sevgili rehberim Davide’nin programına uyacağım yine. Geçenlerde bir akşamüstü gittiğimizde kapalı bulduğumuz Antonio Canova’nın evi bu sefer ilk durak noktası olacak. Canovo, İtalyanların gurur duydukları eşsiz yetenekli bir sanatçı, ressam ve heykeltıraş. Canova’nın evi ve atölyesi, Alplerin hemen eteğinde Asolo’da, Possagno köyünde bulunuyor.

Possagno tıpkı bir masal şehri gibi karşınızda olduğunda kendinize: “kaf dağının ardında ki o yer galiba burasıydı” diyorsunuz. Yeşil burada toprağın tek örtüsü, evleri sanki doğa içinde bir oraya bir buraya serpiştirilmiş gibi seyrek, en fazla iki-üç katlı ve klasik Veneto mimarisinin pastel renklerine bürünmüş ve sadeliğinde. Buradan dünyaca ünlü bir sanatçı çıkmış. Canova'nın hem çocukluğunun geçtiği hem de ünlü bir sanatçı olduktan sonra da hayatına devam ettiği yer…

Canova'nın Possagno'daki evi oldukça güzel ve şimdilerde Canova’nın eserlerinin sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş durumda. İtiraf etmek gerekirse 18. yüzyılın bu büyük üstadının hep adını duymakla birlikte eserlerinden ve sanatçının bulunduğu yerden çok da haberdar değildim. Davide ilk defa beni Canova ile ciddi anlamda tanıştırdı ve onun dünyasında biraz soluk almamı sağladı. Canova’yı, eserlerini, sanatçının yaşadığı dönemi bana bir bir anlattı. Her bir eserin önünde uzunca kalmamı ve incelememi istedi. Müzeyi rehber eşliğinde gezen kalabalığın arasına katmadı beni. Sessizlik içinde kulağımda sadece onun Canova’yı anlatan cümleleri kaldı.
1 Kasım 1757’de Alplerin eteklerinde doğan Canova dededen miras kalan yeteneğini sıkı bir çalışma disiplini ile birleştirmiş, kendini çok iyi yetiştirmiş bir sanatçı. Canova’nın nü resim ve heykelde olağanüstü başarılı olduğunu söyledi bana Davide. Büyük bir disiplinin olağanüstü yetenek ile birleştiğini sanatçının eserlerine bakınca bunu hemen anlıyorsunuz. Koltuğun üzerine uzanmış kız figürünü nasıl bir rahatlık ile yansıttığı ve heykele baktıkça o rahatlığın size yansıdığını hayal edin. Billur gibi bir güzellik ve o güzellik o güzelliğin rahatlığı sizin ruh halinizi nasıl etkilediğini her hangi bir Canova eserinin karşısına geçmeden hayal edemezsiniz. Üstelik benim gördüklerimin çoğu sanatçının prova eserleriydi.

Bu eserlerin mermerden yapılmış son hallerinin dünyanın birçok müzesinde sergilendiğini de eserleri incelerken öğrenmiş oldum. Napolyon ailesi ve Giorgio Washington’ı da Canova’nın eserleri arasında bulmak dönemin politik havasını daha net algılamanıza neden oluyor. Mitolojik ve dini öyküler sizi başka diyarlara götürüyor. Dans ve kadının bir arada uyumunu sergilediği çalışmaları ise gerçekten büyülüyor. Antonio Canova’yı ve eserlerini hala keşfetmediyseniz bu yazıyı okuduktan sonra bir göz atın.

Possagno’da oldukça gösterişli bir ev Canova’nın evi; ama Davide’nin dediğine göre bu ev bir soylu evi değilmiş. Birkaç önemli ayrıntı da evin bir soyluya ait olmadığını gösteriyormuş. Doğuştan soylu olmasa da yeteneği ile soylular arasında sonradan seçkin bir yer bulmuş Canova. Venedik ve Roma’da çalışmalarını sürdürmüş ve oldukça fazla eser vermiş. Evinin konumu gerçekten eşsiz, kocaman ve büyülü bir bahçe ve göz alabildiğince uzanan dağlar, ovalar arasında sürülen bir yaşam ve bu yaşam içinde ortaya çıkan yoğun üretkenlik. Anlaşılan o ki Canova’nın sahip olduğu olanaklar da kariyerinde iyi bir yere gelmesinde ona çok yardımcı olmuş.



Canova’nın müzeye dönüştürülen evinde dönemin yaşantısından da oldukça fazla izler bulunuyor. Mutfağında o dönem kullanılan ocaklar ve bakırdan büyük tencereler bulmak oldukça ilginçti ve daha da ötesi Canova’ya ait giysiler ve sanatçının özel eşyalarını yakından inceleme imkânı bulmak çok güzeldi.
Her bir odada başka ve önemli bir Canova eseri ve her eser ayrı bir özgünlük taşıyor. Ancak hepsinde aynı imzayı görüyorsunuz. Sanki hiç zor değilmiş, sanki bir Tanrı’ymış da onlara can vermiş. Her bir eserini büyük bir özenle yaratmış Canova. Hepsini ayrı ayrı sevmiş. Müzik eşliğinde dans eden kızı seyre daldık Davide ile. İşte dedi, işte ben bu müzik ile birleşen bu zarif dünyayı çok seviyorum. Onun o çok sevdiği dünyasında ben de kendimi müziğin ezgilerine bıraktım ve bir-iki-üç adımlar atarak dans etmeye başladım. Canova’nın ve Davide’nin dünyasında birinin yarattığı atmosfer ve diğerinin de onu bana anlatım tarzı ile büyülendim.
Evde beni en çok etkileyen kısım çatı katındaki büyük atölye oldu. Bir heykeltıraşın dünyasına tam olarak girmek, kırık mermerlere dokunmak ve taşın büyük ustasının çalışma aletlerini, ölçü kalıplarını görmek… Kısacası Canova’nın dünyasına bir günlüğüne uzanıp aslında ondan birçok şey almak ve o mutlulukla oradan ayrılmak… Müzeden ayrılmadan önce yine kitap satış bölümüne uğradık. Davide her müze gezisinin ardından bir hatıra ile dönmemi istiyor ve bu sefer bana Canova’nın o en çok beğendiğim tablosunun bir örneğini hediye ediyor. O resmi kendi duvarımda görmek ve her seferinde bu güzel günü hatırlamak istiyorum.

Müze gezisinin ardından günü noktalamak için yine Possagna’da bulunan bir tapınak kiliseye gittik. Asolo’nun şüphesiz en eşsiz yapıtı ve elbette bir Antonio Canova şaheseri:



Tempio Canoviano

inşası ise Giannantonio Selva ve Luigi Rossini adlı mimarlar tarafından yapılmış. Asolo eteklerinde ormanlık bir arazi üzerine inşa edilen tapınak 35,763 metre yüksekliğe sahiptir. Canova bu tempio'yu yapmadan önce uzun süre tıpkı bir mimar gibi Roma'da Pantheon'u incelemiş. O dönemde Pantheon'un bir benzerinin inşa edilemeyeceği fikrine inat köyüne döndükten sonra bu tempio'nun bir benzerini tasarlamayı başarmış. Canova'nın tempio'suna oldukça dar ve basık bir kapıdan girdik. Davide bunun bir Hıristiyanlık geleneği olduğunu söyledi bana. Kiliseye girerken sen Tanrı'ya sadece sen olarak gidebilirsin. Bütün kibrinden, zenginliğinden arınman gerekir. Tanrı'ya senin verebileceğin bir şey yoktur, inancından başka; Oysa dışarı çıkarken Tanrı'nın sana verdiği bütün kazanımlarla birlikte dopdolu bir şekilde orta kapıdan ferah ferah çıkıyorsun.

Canova'nın tempio'su beni kendine hayran bıraktı bütün o renkleriyle. On iki havarinin on iki ayrı duvarda resmedilmesi ve hem Canova'nın hem de Venetolu diğer sanatçıların tuvalinde bambaşka bir ortama kavuşmuş kilise. En önemli ayrıntı ise elbette Canova'nın mezarının da bu kilisenin içerisinde yer alması. Esasında Canova Venedik'te vefat etmiş. Ölümüne yakın artık herkesin çok yakından tanıdığı ve hayran olduğu bir sanatçıymış. O nedenle de ölümünden sonra dahi bir türlü paylaşılamamış. Kalbi Venedik'te Campo dei Frari de bulunan Frari Kilisesi'nde kendisi için hazırlanan anıt mezara konulmuş. Kimbilir belki de kendisinden sonra glecek sanatçılara ilham vermesi için sağ eli yine Venedik'in ünlü akademisine armağan edilmiş. Bedeni ise köyünde kendi tasarımı olan kilisede sonsuz istirahatı için gönderilmiş. Possagnolular belli ki Canova'yı Canova yapan sağ elinin bedeninden ayrı kalmasına çok üzülmüşler. Geçenlerde akademi müzesine gidip de sanatçının sağ elinin nerede olduğunu sorduğumuzda bize artık orada olmadığını ve elin de Possagno'ya gönderildiğini söylediler.

Canova'yı mezarı başında ziyaret edip anısına bir de mum yaktıktan sonra geniş orta kapıdan çıkıyoruz. Kilisenin ön yüzünde bulunan yüksek sütunların arasında akşam vakti biraz dolaşıp oradan şehri doyasıya izlemenin keyfini yaşıyoruz ve sonra da sıcak bir çikolata ip ısınmak için küçük, şirin bir bara gidiyoruz.

Günün sonunda yapılacaklar

Güzel bir günü daha da güzelleştirmek için ne gerekiyorsa yapıp eve dönmek üzere yollara düşmek ve belki de bir ömür yaşayacağın topraklara seni bağlayan anılar edinmeni sağlayan adama teşekkür etmek…

- Teşekkür ederim.

- Neden?

- Bu güzel gün için.

- Umarım sevmişsindir.

- Evet, çok sevdim.

- Çok memnun oldum.

- Ben daha çok…

Yabancılarla Yaşamak

          
Geçenlerde Fransız bir arkadaşımın akşam yemeğine davetliydim. Bir elinde İspanyol Flamenko bir gitar, diğerinde enfes İtalyan şarabı, önünde Fransız krepi eşliğinde Kanadalı bir kızla sohbete dalan ve Amerika anıları paylaşan sempati kralı Kaya’yı seyre daldım. Etrafıma bakınıyor gene muzipçe gülümsüyor ve aklımdan geçenleri bir yerlere yazsam mı diye kâğıt kalem aranıyordum. Sonra kâğıt kalemi boş verip bir bardak da şarap alıp İtalyan arkadaşlarımla sohbete daldım. O günün bana düşündürdüklerini yazmak ise şimdiye kaldı.İtalya’ya geldim geleli dünyanın birçok milletinden arkadaş edindim ve çoğuyla da ortak mekânları paylaştım. Hiç unutmuyorum Venedik’teki ilk gecemde Brezilyalı bir kız ile aynı odada kalmıştım. Birkaç mahcup gülümsemeden sonra tanışmış ve uzunca da sohbet etmiştik. Sevgilisi ile dünyayı gezen bu Brezilyalı bana ülkesinden güzel fotoğraflar göstermişti. Birlikte Brezilya şarkıları dinlemiştik. Türkiye’den geldiğimi duyunca “fantastico” “harika” demişti. Yabancılar için Türkiye denince elbette ilk akla gelen yer İstanbul daha sonra Kapadokya, Çanakkale ve Antalya oluyor. Buraları bilen nedense Türkiye’ye karşı ciddi bir sempati besliyor. Brezilyalı arkadaşım o günün anısına bana minik bir cüzdan hediye etti. Üzerinde Brezilya bayrağı vardı. Ben de ona bileğimdeki künyeyi.
O günden sonra yabancılar hayatımdan hiç eksik olmadı. Sırplı, Hırvat, Romen, Bulgar, Yunan, Arnavut, Makedon, İspanyol, İtalyan, Fransız, Afgan, Japon, İranlı, İsviçreli, Amerikalı, Gürcü, Türk, Kürt, Macar arkadaşlarım oldu. Ortak mekânlarda bazen çok iyi anlaştık, bazen çok ters düştük. Genellemeler yapıyorduk. İtalyanlar şöyleyken İspanyollar böyle oluyordu; Arnavutlar hepten farklı. Ortak paydada buluşuyorduk bir şekilde. Fakat bazen de aramızda ciddi restleşmeler oluyordu. Dünya politikaları sohbetlerin saatini uzatıyordu. Bir yandan da söylenemeyenlerin söylendiği, gerginliğin had safhaya çıktığı anlar yaşıyorduk.

Afgan ve Amerikalı
Bir keresinde bir Afgan ve bir Amerikalı arkadaş ile sohbete koyulmuştuk. Amerikalı arkadaş, Türkiye iyi yolda, atılımlarınız fazla gibi yorumlarda bulunmuştu bana dönüp; ardından Afgan arkadaşa dönüp Afganistan’ın içinde bulunduğu durumun çok kaygı verici bulduğunu söylemişti. Afgan olan arkadaş ise ona dönüp;
“-Ne kadar da iyi niyetlisin, şimdi utandım bak. Oysa benim hiç aklıma gelmedi. Bir kere bile Amerika’nın içinde bulunduğu duruma kaygılanmadım. Ama biliyor musun? Amerika bizim için kaygılanmayı bıraktığında, bizim üzerimizden elini çektiğinde bizim için hiç kaygılanman gerekemeyecek.” -dedi.
Amerikalının yüzüne baktım ne cevap verecek diye; ama işi olduğunu belirtip kalkmayı tercih etti. Bazen içinizde birikenleri söyleyecek bir imkân bir anda karşınıza çıkar. Milyonlarca olumsuzluğu bir anda değiştiremezsiniz. Ama doğru olanı yapıp sorumluluğunuzu yerine getirmiş olmanın verdiği iç huzurla dolarsınız. Bir sonraki buluşmada söyleyeceğinizi söylemiş olmanın verdiği rahatlıkla yeniden barış eli uzatırsınız. Öteki de empati yapacak zaman bulur ve bir sonraki karşılaşma anında uzatılan elin havada kalmadığını görürsünüz.
Böyle anılar biriktirdikçe ve biri gelip biri gittikçe anladım ki her birinden bana bir şeyler kalmış. Birçok dil, din, gelenek ve alışkanlıklar görmüşüm ve zamanla bütün milletler kaybolmuş ve hepsi bir birey olmuş benim için. Bu kadar çok rengin olduğu yerde karmaşaya değil rengârenk gökkuşağına dönüşmüşüm.
Farklı milletlerden insanlarla bambaşka bir ülkede bir araya geldiğinizde kimse kimseden çok ya da az olmuyor. Herkesin bir diğerinden öğrenecek bir şeyleri oluyor ve herkes birbirini ön yargısız kabul etmeye başlıyor. Ben oldum olası çevresinde minik bir dünya yaratanlardan oldum. Bütün yakın arkadaşlarım birbirini tanırlar ve severler; Çünkü hepsi ile bir arada olmak bana müthiş haz verir. Bu huyumu İtalya’da da terk etmediğim için çoğu yabancı arkadaşımın da birbiriyle tanışmasına vesile oldum. Birbirinden farklı insanları bir araya getirmenin ve bir arada huzurlu olabilmenin birçok yolu olduğunu gördüm. Güzel bir akşam yemeği sohbeti ve ona eşlik eden müzik gibi. Sağduyulu ve önyargılardan uzak olununca ortaya çıkan zenginlikle mutlu olmak gerek; Çünkü bunu bulmak her zaman mümkün olmuyor.
Ne yazık ki yaşadığım yüzyıl itibariyle ne ülkemde ne de dünyanın başka bir memleketinde “Farklılık zenginliktir. Bir arada bütün farklılıklarımıza rağmen huzurla yaşayalım” demenin ne kadar hayal ötesi bir istek olduğunu biliyorum; ama genel olarak üzerinde hep durduğum gibi yine kişisel çabanın, bazen tek tabanca olmanın, hatta biraz sivri olmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çevremdeki onca kaosa, nefrete, cahilliğe rağmen hayalinin peşinden koşan Don Kişot olmak istiyorum.

Şehzade Cihangir neden öldü? Suçlular ve günahın girdabında bir kadın: Hürrem Sultan


Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın 1531 yılında İstanbul’da doğan biricik oğulları Şehzade Cihangir hakkında nadir de olsa Venedik kayıtlarında çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bunların en dikkat çekiç olanı ise şehzadenin ölümünün ardından Venedik baylosunun, Senato’ya yazmış olduğu bir mektupta geçen kısa bir ifadedir. Şehzadenin ölüm nedenine değinmeden önce hakkında az da olsa elimizde olan bilgiler üzerinde duralım.
Doğuştan kambur olan ve kısa ömrü boyunca da sürekli sağlık problemi yaşayan şehzade bu nedenle İstanbul’daki saraydan ayrılıp bir sancağın başına geçmeyi de tercih etmemiştir. Bu sağlık problemleri aynı zamanda şehzadeyi Sultan Süleyman’ın diğer oğulları arasında baş gösterecek olan iktidar mücadelesinin de dışında tutmuştur. Her hangi bir sancağa atanma talebinin olmaması da bu durumun açık bir göstergesi sayılabilir.
Babasının Dert Ortağıydı
İbrahim Paşa’nın hayatta olduğu dönemde düzenli aralıklarla Sultan Süleyman ile ava gittiği bilinmektedir. Baylosun aktardıklarına göre, Paşa’nın vefatının ardından Sultan Süleyman’ın gezilerinde küçük oğlu Cihangir ona eşlik eden kişi olmuştur. Sultan Süleyman ile at sırtında uzun saatler boyunca gezinti yapan Cihangir böylece zaman içinde Sultan’ın dert ortağı haline gelmiştir.
Fiziki yapısından dolayı oldukça için kapanık olduğu söylenen Şehzade Cihangir’in zarîfî mahlasıyla şiirler yazdığı bilinmektedir. Kısa ömrü boyunca kendine ait bir haremi de olmayan şehzade genellikle İstanbul’da kalmayı tercih ederken, Nahcivan seferinde babasının yanında olmayı tercih etmiştir.

Şehzade’nin Vefatı
Bilindiği üzere Şehzade Cihangir 1553 yılında ağabeyi Şehzade Mustafa’nın hemen ardından babası Sultan Süleyman ile Halep’te olduğu sırada vefat etmiştir. Birçok kayıtta ölümü ağabeyinin bizzat babası tarafından verilen emirle boğdurulmasının üzüntüsüne dayanamadığı ve bu nedenle de kederden öldüğü bildirilen şehzadenin ölümü ile ilgili olarak Venedik kaynaklarında farklı ve oldukça dikkat çekici bir iddia bulunmaktadır.

Venedik kaynakları Cihangir’in ölümü için ne diyor?
1553 yılı 16 Aralık’ta Senato’ya baylostan ulaşan mektupta Sultan Süleyman’ın küçük oğlu Cihangir’in ölümüyle ilgili oldukça ilginç bir bilgi dikkatleri çekmektedir. Bilinenin aksine kardeşi Şehzade Mustafa’nın ölümünün ardından üzüntüden öldüğü bilinen Şehzade Cihangir’in esas ölüm nedeni Venedik kayıtlarına başka türlü yansımıştır. Buna göre 24 yasındaki şehzade 28 Ağustos 1553 tarihinde Halep’te vebadan dolayı ölmüştür. Na’şı Vezir-i ‘azam Rüstem Paşa tarafından İstanbul’a getirtilen şehzade kardeşi Sultan Mehmed adına yapılan Şehzadebaşı Camii’sinde kendisine ayrılan yere defnedilir. Elbette Venediklilerin, Senato’ya yazdıkları her mektubun doğruluğundan yüze yüz emin olamayız. Çünkü bayloslar bazı gelişmeleri Venedik Senato’sunun tepkisini çekmemek adına gizlemeyi tercih etmişlerdir. Bazen de olaylar hakkında yanlış bilgi edinip dolayısıyla Venedik’i de yanıltmışlardır. Elbette bir de dil probleminden dolayı anlaşılması zor durumların yaşandığı da bir gerçektir. Ancak Şehzade Cihangir’in ölümünü bu çerçevede değerlendirdiğimizde karşımıza Venedik’in bu durumda Şehzade’nin ölümüyle çok da fazla ilgilenmedikleri net olarak anlaşılacaktır. Kaldı ki Şehzade Mustafa’nın ölümü ile ilgili yaşanan gelişmelerde dahi çevirmeninden aldığı bütün bilgileri eksiksiz olarak Senato’ya ileten baylos sözlerini Senato’yu çok da ilgilendirmeyen bu konularla onları meşgul ettiği için özür dilemekte ve bu gibi gelişmelerin Venedik’le doğrudan ilgisi olmadığını söyleyip kendince daha önemli konulara geçmekte, mesela Turgut Reis’in denizlerde Venediklilere karşı olan atakları hakkında ayrıntılı olarak Senato’ya bilgi vermektedir.

Şehzade’nin gerçek ölüm nedeni o halde ne olabilir?
Ağabeyi Mustafa’nın vefatı muhtemeldir ki Şehzade Cihangir üzerinde çok tesir etmiştir. Daha önce babasına seferlerinde eşlik etmeyen şehzadenin bu zorlu seferde bulunma isteği aldığı duyumlar gereği ağabeyini koruma isteği olabilir. Belki de Şehzade gerçekten Venediklilerin aktardıkları gibi vebadan ölmüştür, ama hastalığını da ağabeyine olan acısı tetiklemiştir. Bu konu tarihin bir gizemi olarak tartışmaya açık bir şekilde önümüzde duruyor. Bir gün elimize başka kaynaklar ulaşırsa belki bu gizem de çözülür. Ancak burada önemli olan başka bir ayrıntı daha var. O da yaratılmak istenen algıdır.
Şehzade Cihangir ve Şehzade Mustafa’nın ölümlerinin yansımaları
Osmanlı kronikleri sürekli olarak Şehzade Cihangir’in Hürrem Sultan’dan olma öz kardeşlerinin kendisinin kambur olmasından dolayı kendisiyle alay ettikleri üzerinde dururlar. Ancak unutulmamalıdır ki Şehzade Mustafa’nın vefatının ardından Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında yaratılan olumsuz imajda Şehzade Mustafa’ya gönülden bağlı olanların ciddi bir tesiri olmuştur. Hürrem Sultan’ın, Mustafa’nın yaşaması ve saltanatı devralmasının neticesi olarak dört erkek evladını kaybedeceği gerçeği yine bu kesimler tarafından genellikle göz ardı edilir. Hürrem Sultan’ın haksızlığı içkiye düşkünlüğü ile tanınan oğlunun tahta geçmesiyle yine aynı kesimce koz olarak dile getirilir. Buna göre Şehzade Mustafa cengaver bir yiğittir. Sultan Süleyman da dâhil olmak üzere cihan böyle yiğit bir şehzade görmemiştir. Mustafa’nın ölümü büyük kayıptır ve Selim de zaten sarhoş ve seferde ordusunun başında olamayacak kadar da beceriksizdir. Zaten Osmanlı’nın ‘Kadınlar Saltanatı’ da onunla başlar. Kadının elini sürdüğü iktidarlar mahvolmaya, çürümeye mahkumdur. Bu görüş uzun yüzyıllar boyunca savunulmuş ve bir çok tarih kitabında kadınların eline geçen saltanat karalanmış, lanetlemiştir Oysa son yıllarda ortaya serilen araştırmalarda bu dönemin kadınlarının yani Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbanu Sultan, Safiye Sultan ve elbette Kösem Sultan’ın devletin çıkarlarına ters düşen kararlar almadıkları, aksine yönetimde bir çok erkekten çok daha başarılı olduklarını da göler önüne sermiştir.

Şehzade’nin ölümünün ardından yaşananlar
Şehzade Mustafa’nın ölümünün arkasında Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa ikilisinin entrikaları olduğunu iddia edenler, Şehzade Cihangir’in Mustafa’nın hemen ardından Cihangir’in vefatının bir nevi ilahi adaletin yerini bulması olarak yorumlamışlardır. Şehzade Cihangir’in ölümü belki de en çok babası Sultan Süleyman’ı etkilemişti. Devletinin bekası için büyük oğlu Mustafa’nın ardından Mustafa’nın oğlu Mehmet’in de ölüm fermanını veren Sultan Süleyman, küçük oğlu Cihangir’in kaybından bir baba olarak etkilenmiş ve oğlunun yasını da tutmuş ayrıca İstanbul’da bir semte de oğlunun adını vermiş ve Cihangir semtine camii, tekke, türbe ve zaviye yaptırmıştır. Sultan Süleyman’ın Mustafa’nın ölüm emrini verirken soğukkanlılığını koruması ve ardından da torununu ölüme mahkum etmesi onun zalimlikle suçlanmasına neden olmuştur. Fakat iade-i itibar yapma adına bir çok tarihçi yine bu süreci de ele almış ve esasında Sultan Süleyman’ın bu kararından dolayı sonrasında pişman olduğunu, Mustafa’nın haksız yere ölümüne neden olduğunu anladığını dile getirmişlerdir. Bu durumda geriye bir tek suçlu kalmıştır. O da her zaman ki gibi Adem’e elmayı yediren Havva örneğinde olduğu gibi, günahın girdabında, şeytana dahi pabucunu ters giydirebilecek kadar kurnaz ve bütün uğursuzluğuyla Osmanlı’nın sonunu getiren kadındır yani Hürrem Sultan’dır (!).

Nurbanu Sultan Venedikli miydi?


Nurban Sultan'ın cenazesini anlatan minyatür
 Pargalı İbrahim Paşa’dan sonra, nereden geldiği ve gerçekte kim olduğu tartışılan kişilerden biri de Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan Selim’in gözdesi ve Sultan III. Murad’ın vâlidesi Nur Banu Sultan’dır. Uzun yıllar boyunca Nur Banu Sultan’ın Venedikli asil bir aileden Osmanlı sarayına getirildiği hikayesi bir çok kaynakta tekrarlanıp durmuştur. Fakat bununla ilgili olarak son yıllarda yeni iddialar öne sürülmüş ve aslında Nur Banu Sultan’ın Venedikli asil bir aileye mensup olmadığı ortaya çıkarılmıştır[1].

Nurbanu Sultan'ın Venedikli olması
İşin aslı Nur Banu Sultan’ın Venedikli olduğu bilgisi sonradan ortaya atılan bir iddia da değildir. Bizzat döneminde, Nur Banu Sultan hayatta iken, onun Venedikli olduğu iddia edilmiştir. Görünen o ki Nur Banu Sultan da bu iddianın doğru olmadığı ile ilgili herhangi bir tavır sergilememiştir. İşin daha da ilginci bu iddiadan sonra Venedik tarafında yaşananlardır. Dönemin en güçlü Sultan kadınının Venedikli bir asilzâde olduğu, üstelik Osmanlılarca iddia edilmekte ve bu bilginin doğruluğu Venediklilere sorulmaktadır. Oysa Venedikliler gerçeğin gayet de farkındadır. Fakat bu iddia gerçek olmasa bile politika gereği Venedik’in hayli işine gelmektedir. Nur Banu Sultan’ı Venedikli Sultan ilan etmek, Osmanlı elçilerini memnun edecek bir cevap olmakla birlikte Venediklileri Osmanlı iktidarına oldukça yaklaştıracaktır.

Nurbanu nasıl Venedikli oldu?
Nur Banu Sultan’ın bir anda Venedikli Sultana dönüşme hikayesi 1559 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzâde Selim’in çavuşlarından olan Hasan Çavuş’un iki kez olmak üzere Venedik’e yapmış olduğu ziyaretler sonucunda iddia edilmeye başlanmıştır. Hasan Çavuş aynı yıl Venedik’e iki kere gitmiştir ve kısa aralıklarla yapılan bu ziyaretler Venediklilerin kafasında bir takım soru işaretleri bırakmıştır. Hasan Çavuş Venedik’e geldikten sonra Almanya’da üretilen beş yüz tekerlekli arkabüz tüfeği ile Valide Sultan Nur Banu hakkında Venediklilerden bilgi istemiştir. Zira Hasan Çavuş’a göre Nur Banu Sultan, Venedikli soylu Nicolò Venier ile Violante Baffo’nun öz kızlarıdır ve gerçek adı da Cecilia’dır[2]. Hasan Çavuş Venedik’e İstanbul’da bulunan baylosun takdim mektubunu da getirmiştir. Ancak, söylenenlere göre, Hasan Çavuş “Dinini değiştirip Türk olmuştur ve kötü bir şöhrete sahiptir.” Bunları duyan senatörler Hasan Çavuş’tan fazlasıyla kuşkulanmışlardır. Bununla birlikte, yine de kendisine bir takım hediyeler sunmuşlar; ayrıca 400 düka vermişlerdir.

Hasan Çavuş kimdir?
Bugün Hasan Çavuş’un Osmanlı saray entrikalarını iyi bilen, getirdiği sahte mektuplardan diplomatik kurallara ilişkin uygulamaları aşina olduğu görülen düzenbaz bir elçi olduğu fikrine kolaylıkla ulaşabiliriz. Neticede bu dönemde Nur Banu’nun Venedikli olduğuna dair bir hikâyenin ortaya çıkması, Venediklilerin ve kendisinin yararına olabileceğinin farkında olacak kadar kurnazdır. Venedik belgelerine geçen Hasan’nın gelişi, sadece tarihçilerin II. Selim’in gözdesi, III. Murat’ın annesi olan valide sultanın kimliği konusunda araştırma yapmalarına yaramıştır. Nur Banu çoğu kez XVI. yüzyılın son dönemlerinde Osmanlı politikasında önemli bir yeri bulunan ve nefret ettiği gelini Safiye Sultan’la karıştırılmıştır. İşin tuhafı Safiye Sultan da sanılanın aksine Venedikli değil Arnavut kökenli bir aileye mensuptur. Nur Banu’nun Venedikli oluşuna ilişkin varsayımlar, son yıllarda yapılan araştırmalarla yalanlanmıştır. Bu araştırmalara göre Nur Banu, yedi yaşında kaçırılarak sultana hediye edilen Korfulu Kalé Kartánou’dur. O dönemde Venedik’e ait bir ada olan Korfu’dan kaçırılan Kalé Kartánou Osmanlı sarayına girdikten sonra II. Selim’in gözdesi olmayı başarmış ve kayınvâlidesi Hürrem Sultan’dan sonra öne çıkmayı başarmış önemli bir şahsiyet olmuştur[3].


[1]Venedikli Prof. Dr. Maria Pia Pedani Nur Banu Sultan’ın esasında Venedikli olmadığı gerçeğiyle ilgili bir komedi türünden bir tiyatro eserini kaleme almıştır. Maria Pia Pedani, La sultana veneziana, Roma 2007.
[2]B. Arbel, “Nûr Bânû (c. 1530-1583): a Venetian Sultana?”, Turcica, 24 (1992), ss. 241-259.
[3]Hasan Çavuş’un Venedik’e ziyaretleri ve Osmanlı Devleti’ni temsilen Venedik’e giden diğer elçiler hakkında bilgi edinmek için bkz. Maria Pia Pedani, Osmanlı Padişahının Adına, TTK, Ankara 2012

Pargalı İbrahim Paşa ve Eşi Hatice Sultan


Pargalı İbrahim Paşa ve Eşi Hatice Sultan              
Sultan Süleyman’ın hayatında oldukça önemli bir yer edinen İbrahim Paşa’nın evliliği hakkında bilinmeyen gerçekler:
Sultan Süleyman’ın Vezir-i azamı İbrahim Paşa’nın evliliği Osmanlı tarihinin en gizemli konularından biri olarak her dönem tartışmalara açık olmuştur. Türk kaynaklarının genelinde Sultan Süleyman’ın kız kardeşi olan Hatice Sultan ile evlendiği ve bu nedenle Makbul İbrahim Paşa diye saraya damat olarak kabul edildiği belirtilir. Oysa işin aslı bu değildir.

Hatice Sultan Sultan Süleyman’ın kız kardeşi değildi!
Son yıllarda yapılan araştırmalar ve ortaya çıkarılan bulgular çoğu tarihçinin önceki savlarını değiştirmek zorunda kalmalarına neden olmuştur. Buna göre ilk olarak İbrahim Paşa’nın Hatice Sultan ile evli olduğunu belirten Türk tarihçi Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu görüşünde yanıldığını ve Hatice Sultan’ın Sultan Süleyman’ın kız kardeşi olmadığını belirtmiştir.
İbrahim Paşa ile ilgili çalışmaları ile bilinen Esma Tezcan da önceki çalışmalarında elde ettiği bulgulardan ötürü Hatice Sultan’ın Sultan Süleyman’ın kız kardeşi olduğunu söylerken bilhassa Venedik Arşivi’nde bulduğu veriler neticesinde Hatice Sultan’ın Sultan Süleyman’ın kız kardeşi olmadığını belirtmiştir.
Venedik Arşivi’nde uzun yıllarını geçiren Venedikli tarihçi Maria Pia Pedani de çalışmalarında buna değinmiş ve Hatice Sultan’ın esasında kim olduğunun izini sürmüştür. Pedani Hoca’nın yol göstermesiyle bu sefer belgeler arasında Hatice Sultan’ın peşine düştük ve onun gerçekte kim olduğunu ortaya çıkarttık.

Pargalı İbrahim’in Eşi Hatice Sultan Kimdir?
Buna göre Hatice Sultan esasında Sultan Süleyman’ın muhtemelen adı Hatice olan kız kardeşi ile karıştırılmıştır. Doğrudan sultan kızı olmasa da oldukça önemli bir aileden gelmektedir. Dedesi İskender Paşa, Pera bölgesinden bir kadın ile evlenir. İskender Paşa’nın bu evlilikten iki kız iki oğlan 4 çocuğu olur. Oğullarının adları Mihal Bey ve Mustafa’dır. Mihal Bey’in 1490 yılında öldüğü bilinmektedir. Mustafa hakkında ise her hangi bir bilgiye rastlanmamıştır. İki kızından birinin adı net değildir. Bu kız 1494 yılında Yakub Ağa adlı biri ile evlenmiştir. İşte İskender Paşa’nın bu kızı Pargalı İbrahim’i yetiştiren ve ona ilk Türkçe eğitimini veren kişidir.
İskender Paşa’nın diğer kızının adı ise Hafsa’dır. Hafsa Sultan’nın başından iki evlilik geçmiştir. Birinci evliliği Niğbolu Sancakbeyi Mustafa ile yapmıştır. İkinci evliliği ise Hersekzade Ahmed Paşa ile yaptığıdır. (Önceki adı San Saba Dükü Stefano Kosace idi.) Bu evlilik Hersekzade Ahmed Paşa için de ikincidir. Paşa ilk evliliğini Sultan II. Bayezid’in kızı Hundi Sultan (bazı kaynaklarda kız kardeşi diye geçer.) ile yapmıştır. Hersekzade Ahmed Paşa’nın Hundi Sultan’la olan evliliğinden Mustafa adlı bir oğlu olmuştur. Hersekzade Ahmed Paşa ilk eşi Hundi Sultan’ın vefatının ardından İskender Paşa’nın kızı olan Hafsa ile evlenir. Bu evlilikten de iki kızı olur. Kızlardan birinin adı Fatma’dır. Fatma 1523 yılında bir çavuşbaşı ile evlenir. Bu çavuşbaşı iki yıl sonra sipahi ağası olur. Ancak bu sipahi ağası daha sonra öldürülür. Hersekzade Ahmet Paşa ve Hafsa Hatun’nun ikinci evliliklerinden ikinci çocuklarının adı ise Muhsine Hatice’dir. İşte İbrahim Paşa ile evlenen bu Hatice Sultandır. Üvey abisi Mustafa Sultan II. Bayezid’in torunu olan Hatice Sultan Osmanlı sarayında, bizzat Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın da çok sevdiği biridir.
Hatice Sultan teyzesinin kölesi olan Parga’dan gelmiş İbrahim ile evlendirilmiştir. Tam da bu nedenle Hatice Sultan ilk dönemlerde Pargalı İbrahim’i kendisine eş olarak layık bulmamıştır. Ancak daha sonra evliliğe ikna edilmiştir. Hatice Sultan’ın ailesi Osmanlı Devleti içinde önemli bir yer edindiği için evlilik öncesi Hatice Sultan, Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan tarafından sarayın harem kısmında ağırlanır.
İskender Paşa’nın torunu, Hersekzade Ahmet Paşa’nın kızı Hatice Sultan ile evlenen İbrahim Paşa, daha sonra başka bir hatun ile ikinci evliliğini gerçekleştirir ve bu evlilikten de çocukları olur. Hatice Sultan’ın bu ikinci evliliği hazmedemediği bilinmektedir. 
İbrahim Paşa ve Hatice Sultan evliliği ve her ikisinin de hayat hikâyesi için bakılması gereken kaynaklar: 

Venedik arşivi İbrahim Paşa hakkında önemli bilgiler vermektedir.
Venedik Bayloslarının raporları, Sanudo günlükleri ve Venedik Senatosu’na ait belgelerde İbrahim Paşa ile ilgili birçok bilgiyi içermektedir.
Türk tarihçilerin bu konudaki çalışmaları önemlidir. Bu çalışmalar, İbrahim Paşa’nın evliliği hakkındaki yanlış tespitler göz ardı edilerek okunmalıdır.
Ebru Turan’ın “The Marriage of Ibrahim Pasha (cs. 1495-1536) adlı çalışmasında Hatice Sultan’ın Sultan Süleyman’ın kız kardeşi olmadığı açıkça vurgulanmaktadır.
Bunun haricinde:
1949 basımı İslam Ansiklopedisi’ndeki Tayyib Gökbilgin’in yazdığı “Makbûl İbrahim Paşa” maddesi,
Türk Diyanet Vakfıİslam Ansiklopedisi’ndeki Feridun Emecen’in yazdığı “İbrahim Paşa, Pargalı” maddesi,
Lâtîfî’nin İbrahim Paşa’yı konu alan Enîsü’l-fusahâ ve Evsâf-ı İbrahim Pâşâ başlıklı risaleleri,
Peçevî Tarihi,
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi, İsmail Hâmi Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,
Hester Donaldson Jenkins’in İbrahim Paşa Grand Vizir of Suleiman the Magnificent başlıklı çalışması
Baron Joseph von Hammer Purgstall’ın Osmanlı Devleti Tarihi’dir.

Venedik'in köpekleri ile yaşamak!

Venedik'in köpekleri ile yaşamak!               
Vivo in una citta' fantastica con i cani e gatti! / Fantastik bir şehirde kediler ve köpeklerle birlikte yaşıyorum!
Venedik'te hiç sahipsiz canlı yok!
Venedik’e ilk geldiğim günlerde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de yaşlısı genci hemen hemen herkesin beraberinde bir köpekle yürümesi olmuştu. Bu kadar minicik bir şehirde bu kadar köpek ve pencere kenarlarına tünemiş ev kedileri görmek, üstelik tek bir sokak hayvanının bulunmadığı bir şehirde yani Venedik'te. Evet, burada gerçekten tek bir sokak hayvanı bile yok. Bir köpek kaybolduğunda ya da başkaları tarafından bulunduğunda mutlaka her bölgede kayıp ilanları görüyorsunuz. Kimse bir gece için bile bir canlıyı bir başına bırakmıyor.

Sosyal hayatın içinde hayvanlar
Venedik'te köpeklerle vaporettolarda otobüslerde de seyahat edilebiliyor. Venedikliler gündelik hayatlarında bilhassa köpeklere çok alışıklar. Fakat köpek beslemenin belli kuralları olduğunu unutanlar hiç de öyle az değil. Malum Venedik sokakları çok da öyle hayvanlar için müsait ortamlar değil. Zira yeterli toprak alan mevcut değil. Bu nedenle köpeğini alıp gezmeye gidenlerin ellerinde sıklıkla minik plastik poşetler ve plastik eldivenler bulunuyor. Böylece köpekleri tuvaletini yaptığı zaman sahibi eldiveni eline takıyor ve köpeğin tuvaletini plastik poşete atıyor. Fakat bununla birlikte duyarlılığını sadece hayvan sevmek seviyesinde tutup çevreyi kirletmemek noktasında her hangi bir endişe taşımayanlar da az değil. Bu çevre duyarsızları nedeniyle Venedik sokakları –bilhassa yazın- kokudan geçilmiyor. Kanalların da yaz mevsiminde çok iç açıcı bir kokuya sahip olmadığı zaten bilinen bir gerçek. Böylece daha da çekilmez, üstelik de nahoş bir görüntü ortaya çıkıyor. Neyse ki bu Venedik gerçeği ile çok önce yüzleştiğim için dışarı çıktığım andan itibaren başım önümde geçtiğim yollara dikkat ederek, yanlış bir şeye basmamaya özen göstererek yürüyorum. Venedikliler de tıpkı benim gibi yapıyorlar. Hepimiz başımız önümüzde bizi bekleyen kötü sürprizlere denk gelmemeye özen göstererek yolumuza gidiyoruz. Bu Venedik gerçeğinin bilincinde olmayan turistler ise yol boyu gülümsememe neden oluyor. Zira bu kötü sürprize en çok onlar maruz kalıyorlar.

Vaporetto'da olay çıkaran köpekler
Bütün bunlara rağmen Venedikliler gerçekten de köpekleri çok seviyorlar. İlk geldiğim günlerden bir günde vapuretto ile okula giderken yaşadığım hadiseyi hiç unutmuyorum. 50 yaşlarında bir bayan benden iki durak sonra iki köpeğiyle vaporettoya bindi. Fakat köpekler insan kalabalığı karşısında bir anda havlamaya başladılar. Köpeklerin sahibi hanımefendi gayet sakin bir şekilde onları sakinleştirmeye çalışıyor; fakat köpekler hiç oralı olmuyorlardı. İki üç durak boyunca köpeklerin havlamaları hiç kesilmedi. Bense o süre boyunca her an bir tartışma çıkacağını, iki köpeğiyle vaporettoya binen hanımefendiye yolcuların demediklerini bırakmayacaklarını düşünüyordum. Bir yandan da sinirlenmeye başlamış ve sussunlar artık dayanılır gibi değil diye içimden söyleniyordum. Fakat yolcular düşündüğümün aksi yönünde bir davranış sergileyip beni gayet de utandırdılar. Genç yaşlı herkes köpekleri sakinleştirmek için elinden geleni yapmaya başladı. Bense aklımdan geçenlerden dolayı mahcup “ay canım ne de sevimlisiniz” diye köpeklere güler yüzle bakıp kendimce af diledim. Fakat bir yandan da böyle bir hadisenin Türkiye’de her hangi bir şehirde bir otobüste ya da başka bir ulaşım aracında meydana geldiğini hayal ettim. Muhtemelen bu hanımefendi öyle bir durumda bu derece sükunetini koruyamazdı. Muhtemelen de önce şoförün ve ardından da yolcuların hiddetiyle kendisini ve sevimli köpeklerini kapı dışarı edilmiş bulurdu.

Fark edilmiş duyarsızlık
Burada beni esas düşündüren şey kendim de dahil olmak üzere, başka canlıların yaşama hakkına ne derece saygı gösteriyoruz? sorusu oldu. Daha doğrusu başka hayatlara ne derece yer açıyoruz? Belli ki kendi hayatımızın çok da içinde istemiyoruz onları. Varlıklarına tahammül edemiyoruz ve sosyal hayatın hep dışına itiyoruz. Oysa evde kedi yada kopek beslemek değil hayvan sever olmak. En azından Venedik’te köpekler neredeyse sosyal hayatın bir parçası durumunda. Sadece toplu taşım araçlarında değil, marketlerde, mağazalarda, dükkanlarda, meydanlarda vs her yerde köpekleri görebiliyorsunuz. Burada dükkanlarına –et ürünleri sattıkları için- köpek girmesini uygun bulmayan dükkan sahipleri vitrinlerine sevimli bir köpek resmi asıyorlar. Altında ise şu yazı var:

Io non posso entrare dentro.” (Ben içeriye giremem.)

Yasak kelimesi geçmeyen ve köpeğin ağzından yazılmış bu kibar uyarı da doğrusu yüksek hassasiyet noktasını fark etmenize yol açıyor.

Bir gülümseyin yeter!
Venedik'in bu sevimli üyeleri ile yaşamaya artık çok alıştım. Mümkün olduğunca onları tedirgin etmeden bazen gözlerimle bazen de yanlarına giderek sevgimi sunuyor ve onlardan da aynı şekilde karşılık buluyorum. Bu beni çok daha insancıl bir hale getiriyor. Bu sayede gördüğüm her bebeğe de gülümsüyorum. Yaşlı insanlara köprü başlarında yardım ediyorum. Her köşe başında fotoğraf çeken turistlerin ölümsüzleştirdikleri anlarına saygı duyup o kareden kaçmak için  yolumu uzatıyorum. Yolunu kaybedenlere yol tarif ediyorum. Bendeki bu değişim elbette bu büyülü şehrin üzerime serpiştirdiği merhamet tohumları olmalı. Böylesi bir değişimi hepinize dilerim. Sadece ama sadece bir başka canlı varlığa gülümseyerek yaklaşmanın gücünü ve size nasıl güzel geri dönüşler yaptığını görmek için zamanınızı ayırın.

Hadi gelin Venedik'te kürek çekelim!

Hadi gelin Venedik'te kürek çekelim!             
Sabahın en erken saatlerinde hazırlanıp çıktım evden. Venedik soğuktu ve ben bu soğukta acelesi olandım. Unutmayın acele iş çoğu zaman akıl karışıklığına neden olur. Evden çıkıp Accademia Köprüsü'nden Salute Kilisesine doğru gidecekken bir de baktım San Marco’ya kadar inmişim. Düşüncelere dalınca ya da aklım bir şeyle gerçekten fazlasıyla yoğunsa nerede olduğumu unutuyorum. Vaktim çok az ve bu nedenle traghetto’ya doğru koşuyorum. Nedir bu traghetto?

Venedik’te traghetto’ya binmek
Canal Grande üzerinde dört tane köprü bulunuyor ve genellikle bu dört köprüyü kullanarak vapuretto’ya binmeye gerek kalmadan gidilecek noktaya ulaşıyorsunuz. Ancak vaktiniz az ise ve sadece karşıya geçmek sizin için yeterliyse Kanal Grande üzerinde karşıdan karşıya geçiş imkânı sunan traghettoları denemelisiniz. Gondol görünümlü, ama üzerinde gondollardaki rahat deri koltukları olmayan, “bakımsız gondol” diye tarih edebiliriz traghetto’yu. Bu arada unutmadan ekleyim: Venedik’te yaşayanlara 70 sent olan traghetto’nun turistlere olan fiyatı 2 euro. Venedik zaten pahalı bir şehir, ama bu şehirde turist olmak sanılandan çok daha pahalı. Traghettoya bindim ve Salute’ye doğru traghetto yol aldı. İki ucunda da birer kürekçi karşılıklı kürek çekiyorlar bir yandan da Venedikçe konuşuyorlardı. Söylediklerine dikkat kesildi. Birazdan hava bozacak kar geliyor diyordu biri diğerine. Öteki ise bu sene kışın kötü geçtiğini söylüyordu. Venedik lagünlerinde kürek çekmek kolay iş değil elbette. Nerden mi biliyorum? Biliyorum çünkü ben de o kürekçilerin arasına karışıyorum zaman zaman.

Kürekçilerle tanışma
Venedik bana dünyanın her yerinden arkadaş edindirdi ve bu arkadaşlar sayesinde hayatım hep daha canlı hale geldi. Fransız arkadaşım Maud bir gün ev arkadaşım Gloria ile beni kürek çekmeye götürdü. Meğer Maud uzun yıllardır kürek sporuyla uğraşıyormuş. Venedik’e gelince de hemen kürekçiler arasına karışmış. Maud bizi Renato, Ugo ve onların arkadaşlarıyla tanıştırdı. Emekli olunca hayattan elini eteğini çekmek yerine eğlenmeyi ve doyasıya yaşamayı seçen kürekçi Venedikliler sadece zevk aldıkları için her gün Venedik’in lagünlerine açılıyorlar ve saatlerce kürek çekiyorlar. Bu arada İtalyancada kürek çekmek “vogare” ve “remare” kürek “la voga” ya da “il remo” kürekçi ise “vogatore” ya da “rematore” diye söyleniyor.

Venedikte bir prenses oldum
İlk gün fotoğraf makinemi alıp gittim ve benim için tekneye yerleştirilen sandalyeye rahatça oturup bolca fotoğraf çektim. Kürekçilerimiz manzarayla uyum içerisinde gazeteci hanımın birer fotoğraf malzemesine dönüştü. Renato yol boyunca esprileriyle bizi güldürdü. Sandalyede elinde fotoğraf makinasıyla oturan ben deniz onun gemisinin Türk prensesi oldum. Yoldan geçen arkadaşlarına “ gavemo na prencipea turca e andemo a casa sua a palazzo ducale” “Bir Türk prensesimiz var. Onun evine, Dükler Sarayı’na gidiyoruz.”  Diye açıklama yapıp gülüyordu. Rotamız Venedik’in içiydi; Bu nedenle kanalların trafiğine de karışıyorduk. Gondolcularla karşılaştığımızda Renato onlarla Venedikçe konuşuyor ve dönemeçlerde karşıdan gelebilecek gondolları görme imkânının olmadığı yerde yüksek sesle işaret veriyordu. Böylece karşıdan bir gondol geçiyorsa gondolcu da bize sesleniyordu. Seslenme şekline göre kimin daha yakın mesafede olduğu kimin hızını daha önce azaltması gerektiğine karar verilmiş oluyordu. Böylece bu daracık kanallarda nasıl hiç kaza yapmıyorlar dediğim bu gondolcuların da kendilerince bir sistemleri olduğunu öğrenmiş oluyordum. Bir yandan da “bu gondolcular saatlerce gondol üzerinde nasıl duruyorlar ve nasıl hiç düşmüyorlar acaba?” diye soru soranlara: “Bilmem ki hiç kürek çekmedim!” cevabını vermek yerine onların dengeyi nasıl sağlayacaklarını izah edebileceğim için de mutluydum.
Renato ve ekibi kürek çektikçe ben deklanşöre bastım. 3 saat boyunca lagünde keyifli bir yolculuk geçirdim. Buz gibi havada gerçekleşen üç saatlik aktivite boyunca en az hareket eden ben olduğum için haliyle oldukça üşümüştüm. Bundan dolayı hemen soluğu bir barda aldık ve ısınmak için birer sıcak çikolata içtik. Yolculuğun sonunda halimden memnun olarak herkese teşekkür ettim ve bu mutlulukla kendimi Venedik sokaklarına bıraktım.

İkinci buluşma ve bu sefer küreklere asılma vakti
İkinci defa lagüne doğru açılmak üzere sabah erkenden Giudecca Adası’na gitmek üzere yola çıktık. Maud ve Gloria ile bir barda önce kahvaltımızı yaptık. Ardından da vaporettoya binip Giudecca’ya gittik. Bu sefer şehirden uzakta Giudecca’nın kuzeyinden lagüne açıldık. Oldukça sessiz ve güzel bir hava vardı. Bu defa küreklere asılma sırası bendeydi. Prenses olduğum zamanlar geride kalmıştı. Başımda katı yürekli hocam Sergio bana sürekli ikazlarda bulunuyor ve küreği nasıl tutmam, onu nasıl çevirmem gerektiğini söylüyordu. Bileğimi doğru tutayım derken küreği yanlış tutuyordum. Adımlarım hatalıydı. Beceriksizce çırpınıyor, üstelik bir arpa boyu yol alamıyordum. Kendimi gereksiz yere yoruyordum. Önümdekine arkamdakine bakmıyordum. Tam sopalıktım. Sergio sinirden köpürdükçe ben gülme krizine giriyor, ama bir türlü onun istediği gibi olamıyordum. İlk yarım saatlik acemilikten sonra nihayet Sergio’nın dediklerine kulak vermeye başlamıştım. Teknedekiler bana yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Yeni olduğum için küreği sürekli yerinden düşürüyordum. Bu nedenle küreğin çıktığı yere demir bir çubuk yerleştirdiler. Ayak mesafemi doğru ayarladım ve Sergio’nun talimatlarına uyup nihayet doğru şekilde kürek çekmeye başladım. Ayaklarımı birbiriyle uyumlu tutuyor ve belimi bükmeden sağ dizimin üzerine doğru eğiliyor ve aynı zamanda küreği doğru çeviriyor bileğimi de ona göre eğiyordum.

Maud en önde tekneyi yönlendiren rolünü üstleniyordu ve gayet de başarılıydı. Gloria onun hemen arkasındaydı ve o da benim gibi işin başındaydı. Ayrıca yanlış ayakkabılar giymişti. Meğerse kürek çekmeye spor ayakkabı ile gitmemek gerekiyormuş. Çünkü spor ayakkabı ıslak zeminde kayıyormuş. Ancak onun ilk seferi olmadığı için bana gösterilen dikkat ona gösterilmiyordu. Zavallı Gloria küreğini sürekli yerinden düşürüyor ve bin bir zahmetle onu tekrar yerine koymak için uğraşıyordu. Ben de küreğin çıkma yerine takılan demir çubuk sayesinde rahat rahat kürek çekiyordum. Bu demir çubuk takma durumundan Gloria’ya bahsedilmemişti. Gloria, Serap daha ilk günden ne güzel kürek çekiyor ben beceremiyorum diye düşünüp üzülürken bir anda demir çubuğu fark etti ve foyamız da ortaya çıkmış oldu.

Lagünün ortasına doğru iyice açılında hafif bir sis tabakası etrafımızı sardı. Hemen ilerimizde sazlıklar ve gece ışığı ile güzergâhı belirleyen direkler ve hemen ilerimizde bulunan minik bir tekne ile teknenin etrafındaki martılardan başka bir şey görünmüyordu. Kayıp cennete gelmiş gibiydik. O anın bir fotoğrafını çekmeyi düşündüm önce, fakat sonra vazgeçtim. Sadece ve sadece kürek çekmek ve o anı o güzelliği hafızama yerleştirmek istiyordum. Rüyamda görmek isteyebileceğim ve hatta içinde severek kaybolmak isteyebileceğim ender yerlerden birinde bulunuyordum. Yine aynı cümleyi söylüyordum içimden. “Çok mutluyum.” Kim demiş Venedik depresif bir şehir diye? Bu şehirde depresyondan çıkmanız için o kadar çok etkinlik sizi bekliyor ki anlatamam.
Saatlerce kürek çektik ve çok yorulduk. Öğretmenim Sergio’yu karaya bırakmak üzere geri döndük. Nihayet bittiğini düşünüp ben de çıkmak üzere harekete geçtiğimde Renato bana sen nereye? Sen kalıyorsun burada dedi. Çaresiz kollarımın yorgunluğuna kulak asmadan küreklere asılmaya devam ettim. Bir saat sonra artık kollarımı hissetmediğim an Renato hadi bakalım bu günlük bu kadar yeter dedi. Yeniden Giudecca’ya döndük. Bizim kürekçilerin burada bir merkezleri var. İçinde rengârenk teknelerin olduğu, spor salonlarının bulunduğu tam bir spor kompleksi ve alt katta da kocaman bir mutfak. Sergio’yu tam da o mutfakta bulduk. Mutfağın tek aşçısı oymuş ve bu konuda çok katıymış. Yemekleri ondan başkası yapmazmış. O nedenle biz Sergio’yu mutfakta bırakıp güzel bir sofra hazırlamak üzere bütün kürekçiler salona geçtik. Kürekçilerin başka arkadaşları da vardı. Öğlen yemeği için tam sekiz kişiydik. Tabaklar, bardaklar, çatal-kaşık-bıçak takımı, peçeteler muntazam bir şekilde yerleştirildi. Anladım ki kürekçiler gerçekten de yaşamdan zevk almasını biliyorlar.

Sergio bize Venedik’te şimdiye kadar yediğim en güzel deniz mahsullü spagettiyi pişirdi. En güzel ekmekler, peynirler ve tatlılar ve elbette en güzel şaraplar ve üzerine içilen sert grappa en sonunda da sade kahve ile günü noktaladık. Güzel yemeğin ardından bir Türk, bir İtalyan bir Fransız kızlar ekibi olarak mutfağın yolunu tuttuk ve bulaşıkları bir güzel yıkayarak kürekçilere böylece bir şekilde teşekkür etme imkânı bulduk.

Venedik'te kara ölüm: Veba

Venedik'te bir veba salgını ve Salute Kilisesi
Salute Kilisesine doğru
Venedik'te bir arşiv çıkışında havanın güzelliğinin de cazibesiyle kendimi Zattere Limanı'na attım. Aldım elime kitabımı ve denize karşı limanda martıların sesleri eşliğinde gözüme çarpan güneş ve yüzüme hafif hafif değen rüzgâra karşı kitabımı okuyup bir şeyler yedim. Daha sonra kendime ayırdığım bu güzel zaman dilimlerini güneşin batışına doğru güzel bir noktada sonlandırmak için Basilica di Santa Maria della Salute'ye, yani Salute Kilisesi'ne gittim. Güneşin batışını kilisenin son basamağı kanala uzanan merdivenlerinde oturup tek başıma izlemek istiyordum.

Kilisenin önünde tango gösterisi
Kilisenin önünde telaşlı bir kalabalık gördüm. Bir dans okulu açık havada tango gösterisi sergiliyordu. Yaşları 20'den 70'e kadar değişen olgun insanlar gurubu gecenin ruhuna uygun olarak giyinmişlerdi. Tek başıma sırtımı kilisenin duvarına yaslayarak onların romantik danslarını izledim. Salute Kilise'nin merdivenleri benim gibi bu nefis gösteriye hayran hayran seyre dalanlarla dolmuştu. Bir yandan kilisenin muhteşem yapısı bir yandan da nefesleri kesen bir tango gösterisi bana yine bulunduğum yerde zaman atlamaları yaşatmıştı.

Venedik'te hastalıklar
Venedik'te efsaneleşen öykülerin başkahramanı hep hastalıklardır. Özellikle veba uzun yüzyıllar boyunca insanlığın kâbusu olmuştur. Venedikliler uzun yüzyıllar boyunca ara ara vebaya, sarıhummaya ve başka ölümcül hastalıklara maruz kalmışlar. Şiddetle ve hızla yayılan hastalıklar şehirde büyük kayıplara neden olmuş. Öyle acıklı hikâyeler yaşanmış ki vebadan dolayı insanlar bunu tanrının bir cezası olarak görmeye başlamışlardır. Bu nedenle çareyi yine Tanrı'da aramışlar her salgının anısına eşsiz mimari harikaları olan kiliselerini inşa etmişlerdir. İşte bu Salute yani Sağlık Kilisesi de 1600'lü yılların başında bir veba salgınının anısına inşa edilmiş ve Meryem Ana'ya adanmıştır.

Salute Kilisesi
Salute Kilisesi, Canale Zattere ile Canal Grande arasındaki yarım adanın en uç kısmında büyük ihtişamıyla uzanır ve adeta şehre gelenleri selamlar. Hem bulunduğu konum hem de kilisenin küçük olmasına rağmen oldukça ihtişamlı olması insanda bir anda hayranlık ve şaşkınlık uyandırır. Kilisenin önündeki merdivenler Canal Grande'ye doğru uzanır. Merdivenlerden başınızı kaldırıp baktığınızda kilisenin büyüsü sizi etkisine alır. Buna dayanamayıp sırtınızı kiliseye döndüğünüzde ise bu sefer şehir sizi büyüler. Accademia Köprüsü'ne çıkıp akşamüstü kiliseyi seyre daldığınızda da aynı büyüye kapılırsınız.

Venedik'te her vebanın ardından bir kilise inşa edilmiş
Daha önce yine başka bir veba salgını için Giudecca Adası'na inşa edilen Redentore Kilisesi ile Salute Kilisesi konum itibariyle karşılıklıdır ve adeta birbirlerini tamamlayan iki ayrı parça gibidir. Bu iki parça her Redentore festivalinde bir tahta köprü ile birleşir ve şehirde büyük bir festival düzenlenir. Giudecca Adası ve Zattere Limanı ışıklarla donatılır ve aynı günün akşamında şehirde Bacino di San Marco'da iki kilisenin ve tabii ki San Marco'nun önünde büyük bir havai fişek gösterisi düzenlenir. Aralıksız yarım saatten fazla süren bu gösterinin ardından Venedikliler hep birlikte Redentore Kilisesi ile Salute Kilisesi arasına sadece bir gün için kurulan köprüden karşıya geçerler. Bütün bu ritüel Redentore Şenlikleri adı altında yapılır. Salute Kilisesine atfen ise 21 Kasım'da bir gösteri olur ve Venedikliler bu sefer geçici tahta köprüyü Salute Kilisesinden San Marco Meydanı'na doğru uzanacak şekilde kurarlar.

Salute Kilisesi ile Barok döneme geçiş
Salute Kilisesi aynı zamanda bir devrin de değişimi demektir. Zira bu kilise ile dört cepheli, haç planlı Rönesans formu, yerini çok cepheli bir görünüme bırakmıştır. Barok mimar Longhena bu cephelerin her birini bir başka biçimde düzenlerken, kubbeye geçişteki spiral volütlerle Rönesans'ın sert çizgilerini kırmayı amaçlamıştır. Bence oldukça da başarılı olmuştur.

28 Şubat 2016 Pazar

Taksim Taksim olmadan önce Roma Meydanlarında İnsanlar Yakıldı!

Taksim Taksim olmadan önce Roma Meydanlarında İnsanlar Yakıldı!              
Roma 4
Sabah 06.45’te uyandım yine. Hazırlanıp Profesör Bono ile kahvaltı yaptım. Kahvaltı masasında uzun uzun sohbet ettik yine. Bu akşam eve erken dönmem gerekiyor. Çünkü akşam hoca ile çıkıp yürüyeceğiz biraz. Hatta akşama çok sevdiğim bir arkadaşım olan Sevgi de erkek arkadaşı ile gelecek. O nedenle gündüz hızlı hareket edip bir gün önce Kaya ile tespit ettiğimiz yerleri gitmek için evden çıkıyorum.

Piazza della Repubblica / Cumhuriyet Meydanı
Dün gittiğimiz bara gidiyoruz yeniden Kaya ile ve birer kahve içip yapacaklarımız hakkında konuşuyoruz. Yürüyerek Piazza dellaRepubblica’ya kadar yürüyoruz öncelikle. Tren istasyonu termineye oldukça yakın bu meydanda Santa Maria degli Angeli Kilisesinin karşısındaki iki yarım ay biçimli sundurmalar ve meydanın tam ortasındaki çeşme hemen dikkatimi çekiyor. Sundurmaların mimarı Gaetano Kohn, inşası 1887-1898 yılları arasında tamamlanmış. Çeşmenin adı ise “Fontana delle Naiadi. Anladığım kadarıyla Roma meydanlarının genel bir özelliği oluyor bu çeşmeler. Hepsi birbirinden güzel birbirinden gösterişli ve hepsinin ayrı bir tarihi var. Meydanda bir de Türkiye turizm ofisi bulduk. Elbette bu bizim için güzel bir sürpriz oldu. Hemen içeri girip kendimi tanıttım. Çalışanlarla biraz konuştuktan sonra Türkiye ile ilgili İtalyanca hazırlanmış tanıtım kitaplarından rica ettim. Döndüğüm zaman Davide’ye götüreceğim hediyeler işte bu kitaplar olacaktı.

Faşist Dönem Mimarisi Örneği Palazzo delle Espozisioni
Meydandan çıkıp Via Nazionale yönünde yürümeye devam ediyoruz. Palazzo delle Espozitioni’nin önünden geçiyoruz. 1883, Pio Piacentini imzalı bu yapı İtalya’nın faşist iktidarının en büyük eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Dönemin politik dünyasının merkezi olan bu yapı elbette bu nedenle birçokları için sempati uyandırmıyor. Davide bana Roma’ya görebileceğim en çirkin yapının işte bu Palazzo delle Espozitioni olduğunu söylemişti. Binaya doğru bulunduğunuz noktadan baktığınızda -ki bulunduğunuz nokta elbette yapıya göre oldukça aşağıda kalıyor- karşısına geçtiğiniz yapının sizi nasıl hâkimiyeti altına aldığına ve hatta ezdiğine tanık oluyorsunuz. Oysa bu binanın hemen önünde bulunan Venedik Sarayı mimariden biraz da olsa anlayanları Veneto mimarisinin Roma'daki eşsiz ve zarif bir örneği olarak göz kırpar.

Sonraki durağımız Palazzo Venezia / Venedik Sarayı
Palazzo Barbo olarak da bilinen bu saray bugün bir museo nazionale yani milli müze olarak işlev görmektedir. Sarayın inşasına 1455 yılında Venedikli Kardinal Pietro Barbo adına başlanıyor. Aynı kardinal daha sonra Vatikan’ın yeni papası olup II. Paolo adını alır. Sarayın, rönesansın büyük mimarı Leon Battista Alberti’nin eseri olduğu konusunda şüpheli bulunur. Mimarın Guliana da Maiano, Bernardo Rossellino da olabileceği telaffuz edilir. Venedik’in bir zamanlar büyük bir devlet olduğu zamanlarda yani Serenissima Repubblica hala varlığını muhafaza ederken işte bu bina Venedik’in büyükelçilik binası olarak işlev görür. Bu nedenle de o zamandan beri bina Venedik sarayı diye anılır.
Campo de’ Fiori / Çiçekler Meydanı
Roma’nın bildiğim kadarıyla tek “campo” diye adlandırılan meydanı işte bu meydan. Meydana girer girmez adına yakışır çiçekleri sıra sıra dizilmiş halde görüyorsunuz. Biz bu meydanı oldukça sevdik. Canımız yine bu meydanın da tadını çıkartmak istedi. Hadi dedi Kaya birer dondurma alalım. İtalya’da kötü dondurma yediğim oldu mu hiç hatırlamıyorum. Zira burada yemekten en keyif aldığım şey enfes dondurmalar diyebilirim. Elmalı, çilekli, ahududulu ne kadar ekşi tat varsa sıcak havada beni serinletecek hepsinden bir karışım yaptırdım. Taze meyve tatlarının damağımda bıraktığı tat eşliğinde yorgun bacaklarımı dinlendirmek için yine bir çeşme başında oturdum. Birbirinden güzel restoranlar, kafeler de işte bu meydanda bulunuyor. Meydanda bir de öyle başını öne eğmiş ve dingin bakışlarını sonsuzluğa çevirmiş bir adamın, Giordano Bruno’nun heykeli var.

Giordano Bruno kimdir?
Verrà un giorno che l'uomo si sveglierà dall'oblio e finalmente comprenderà chi è veramente e a chi ha ceduto le redini della sua esistenza, a una mente fallace, menzognera, che lo rende e lo tiene schiavo... l'uomo non ha limiti e quando un giorno se ne renderà conto, sarà libero anche qui in questo mondo.

1548 yılında doğan Bruno İtalyan rahip, filozof, gökbilimci ve okultist’tir. Ölümü 17 Şubat 1600 tarihinde Roma’nın güzel meydanı Campo De’ Fiori’de yakılarak gerçekleşir. Rönesans döneminin yetiştirdiği en önemli aydınlardan biri olan Bruno da dünyanın evrenin bir merkezi olmaktan farklı olarak onun bir parçası olduğunu evrende Dünya’nın haricinde birçok gezegenin olduğunu iddia etmektedir. Elbette dönemin din ve bilim anlayışına ters olan bu anlayış Bruno’nun karşısında bir cephe oluşmasına neden olacaktır. Karşıt görüşlerini değiştirmemekte direnen ve otoritelerin tepkilerini iyice üzerine çeken filozof engizisyon mahkemesinde yargılanır ve suçlu bulunur. Cezası yakılarak idam edilmektir ve Campo de’ Fiori de filozofun idamının gerçekleştiği yer olur. Esasında bilginin peşinden giden adamın kaderinin bağnazların iki dudağından çıkacak emir ile çizilebildiği gerçeği o günden bu güne hiç değişmemiştir. Gerçeğin ve sağduyunun peşinden giden, cesur olan, bildiklerini karşısındakini çılgına çevirmek pahasına dile getirmekten çekinmeyenlerin büyük çoğunluğunun kaderi ne yazık ki Bruno gibi olmadı mı?

Meydanlar acıyı da taşırlar
Daha dün meydanların bende bıraktığı güzel etkileri ballandıra ballandıra anlatmıyor muydum? Şimdi bir anda meydanlar acının da ifade bulduğu yer oluyordu benim için. Giordano Bruno bu meydanda yanarak can verdi. Anısına dikilen heykel o kara günün anısına siyah rengine bürünmüş gibi. Bruno başı önünde son derece kendinden emin ve mağrur bir ifade yüzünde, elinde ise elbette onu yakan bağnazları çılgına çeviren bir kitap tutmakta. Roma’ya gelişimiz tam da 1 Mayıs’a rastlamıştı. 1 Mayıs demek Taksim demek olan İstanbul’da İstanbullular Taksim’e giremiyorlardı. Oysa Taksim’de tıpkı Campo de’ Fiori gibi birçok acıya ev sahipliği yapmış birçok canın alındığı meydan olmamış mıydı? Bugün Taksim’e, o yitip giden canların hatırasını bile yaşatmaya tahammül edemeyen bir siyasi yapıya kahrediyoruz. Bu düşüncelerle meydandan Giordano Bruno’yu selamlayıp ayrılıyoruz.
Eve dönüş
Bugünlük bu kadar deyip dönüş yoluna geçiyoruz. Eve kadar elbette yine yürüyoruz. Eve vardığımda kendimi oldukça yorgun ve halsiz hissediyorum. Prof. Bono’dan izin alıp odama çekiliyorum. Birkaç saatlik uykuya dalıyorum. Akşam sekize doğru kalkıyorum. Bu akşam hoca birlikte yiyeceğiz akşam yemeğini. Bir yandan da hocanın ne yediğine içtiğine dikkat kesiliyorum. İlerlemiş yaşına rağmen hoca çok dinç. Zürih’te asansör kullanmadığına, otobüs, tramvay vs araçlara binmediğine ve sürekli yürüdüğüne şahit olmuştum. Dikkat ettim sık aralıklarla ve oldukça az yiyor. Fakat istediği her şeyi yiyebiliyor. Sık sık dondurulmuş gıda da tüketiyor. Sebze ve balıktan oluşan bir akşam menüsü hazırlıyorum kendime. Hoca ise çorba ve salatayı tercih ediyor. Herkes istediğini yemekte özgür oluyor.

Hoca ve Sevgilerle
Yemek sonrası hazırlanıp çıkıyoruz. Önce Kaya ile buluşuyoruz. Ardından Sevgi ve Jan’ı beklemeye başlıyoruz. Hoca Sevgi’ye telefonda 121 numaralı binanın önünde seni bekleyeceğiz diyor. Biz Kaya ile gülüyoruz. Hoca derken bize bakıyor ve “ya bir profesörün sayısız sırrı vardır. Benim sırrım da Roma’daki bütün bina numaralarını ezbere bilmektir” diyor. Her profesör biraz delidir diye düşünüyorum işin aslı. Sevgiler bizi 121 numaralı evin önünde buluyorlar. Hoca Sevgi’ye bize söylediği cümleleri tekrar ediyor ve nasıl hayretler içinde kaldığımızı anlatıyor. Şakacı hocam meğerse daha önce o evde yaşamış, bu nedenle bina numarasını ezbere biliyormuş. Gün Sevgilerin de eşlik etmesiyle gayet güzel geçiyor. Öncelikle hoca ile uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Yeni yapılan metronun nasıl mimari hatalar içerdiğini gösteriyor hoca bize. Gerçekten de inanamıyoruz. Mimarinin tarih boyunca zirvede olduğu bir ülkenin başkentine inanılmaz hatalarla dolu bir metro inşası nasıl yapılır? Yürüyen merdivenler baharda bol yağış alan bir şehirde nasıl üstü açık şekilde inşa edilir? Hadi bunu atladılar diyelim. Yürüyen merdiven bozulduğu zaman normal yürüme yolundan yürürüz diyelim. Peki, bu normal merdivenler nerededir? Nasıl yani yapmayı mu unutmuşlar???? Hocamız diyor: Eeee Siamo in Italia! Si puo' succedere sempre qualcosa del genere cosi" Eeee ne yapalım, burası İtalya. Burada böyle şeyler olur.

İtalya'da Yaşamak

Yurtdışı deneyimleri İtalya’nın birçok şehrinde sıklıkla misafirlerimi gezdiriyorum. Büyük bir hevesle geliyorlar ve İtalya’da bulunma...