5 Aralık 2018 Çarşamba

İtalya'da Yaşamak


Yurtdışı deneyimleri

İtalya’nın birçok şehrinde sıklıkla misafirlerimi gezdiriyorum. Büyük bir hevesle geliyorlar ve İtalya’da bulunma hali kesinlikle onlara çok iyi geliyor. Ancak çoğu zaman eksik bilgi ve ilgi azlığı nedeniyle almaları gerekenden çok azı ile yetinip evlerine geri dönüyorlar. Benim için elbette bu durum hayal kırıklığı ile karışık bir endişe de yaratıyor. Çünkü gezdikleri bölge ile ilgilenmekten çok o bölgede bulunduklarını başkalarına bir an önce sosyal medya hesaplarından göstermek istiyorlar. Dolayısıyla o andan uzaklaşıp çevrelerindeki güzelliklerden de farkında olmadan mahrum kalıyorlar. Ben paylaşmayın demiyorum genellikle tek dediğim şey şu oluyor: Oksijen maskesini önce kendinize takın sonra başkalarına.

Günümüz dünyasının teknolojik sorunlarını bir tarafa bırakırsak eğer, İtalya gerçekten de her noktasıyla gezilmeyi görülmeyi hak eden bir ülke bunu hepimiz biliyoruz. Ben mümkün olduğunca geziyorum, hem işim gereği hem de kendim için. Gezmek görmek güzeldir hem kim sevmez ki öyle değil mi? Üstelik bu sayede deneyimleriniz de artar ve başkalarına anlatacak çok hikayeniz olur.

Misafirlerim beni genellikle bu deneyimlerimi paylaştığımda ilgiyle dinlerler. Ben burada nasıl yaşıyorum? İtalyanlarla anlaşabiliyor muyum? İtalyan bir adamla evli olmak nasıl bir duygu? Bizi seviyorlar mı? Türkiye hakkında ne düşünüyorlar? Bunlar gibi daha nice nice sorular sorduklarından her seferinde tane tane anlatıyorum. O anlarda insanların yüzleri gerçekten de bana dönük oluyor ve gözlerini de kocaman açıyorlar. O an onları ne kadar sevdiğimi bir bilseler eminim çok mutlu olurlar. Tabi birebir göremediğim insanlar da mail ya da mesajlarla meraklarını gidermek istiyorlar. Baktım uzun zamandır çevremdeki insanlara hep benzer şeyleri izah ediyorum. O halde bu platformda yazayım da bir çok kişinin merakları giderilsin öyle değil mi?

Hadi o zaman tatlı tatlı okuyun yazdıklarımı.

Yeme-içme işleri
İnsanın kendi ülkesinin haricinde bir ülkede yaşaması ve bir yandan da iki kültürün ikisine birden uyum sağlamaya çalışması elbette kolay değil, ama buraya geldiğim ilk günden beri kendime şunu söyledim: Serap sokağa çık ve insanlara, iklime, restoranlara, barlara, kafeler bak. İnsanlar ne yer ne içer neyden mutlularsa sen de onu deneyimle; çünkü bu kadar insan yanılıyor olamaz elbette. Böyle diye diye mutfakta gerçekten ustalaştım diyebilirim. Üstelik sadece İtalyan mutfağında da değil Türk mutfağında da kendimi çok geliştirdim. Çünkü öncelikle eşime ve ailesine sonra da sevdiğim yabancı arkadaşlarıma kendi mutfağımızdan yemekler yapmak istedim. Yabancı kültüre uyum sağlama serüvenimde artık epey ilerledim, ancak fark ettim ki çevremdeki insanlar da zamanla bana uyum sağlamışlar. Her öğlen yemeği sonrası bir çifte kavrulmuş lokumla kahve içen eşim, yaprak sarmasına bayılan İtalyan ailem, cacık ve dolma ikilisine bayılan arkadaşlarım oldu benim ve evime her gelen benden hep Türk mutfağından güzel örnekler bekledi. İnsanın kendisini olduğu gibi kabul ettirmesi kesinlikle güzel bir şey. Yalnız bir itirafta bulunayım ben aslında Doğu ile Batı’nın bir nevi harmanı oldum. Elimden çıkan yemekler aslında ne İtalyan ne Türk ama hem İtalyan hem de Türk yemekleridir. Dahası da var. Ben Venedik’te yirmi yedi ayrı milletten insanla farklı zaman dilimlerinde evimi paylaştım ve onlardan da çok şey öğrendim. O nedenle ben dünya vatandaşı oldum mu bilmiyorum, ama ellerimden çıkanlar bilin ki bütün bunların harmanıdır.

Alışkanlıklar
Yabancılarla yaşayınca elbette onların bayramları ve özel günleri sizin için de önemli hale geliyor. Noel’i, Paskalyayı, Karnavalı Ölüler Bayramını vs her şeyi heyecanla karşılıyorsunuz. Gelenek ve göreneklerine saygı gösterdiğiniz de onlar da çok mutlu oluyorlar. Bir de elbette bilmek gerekiyor neyi neden yaptıklarını. Mesela ben hala alışamadım bazı şeylere. Bazen diyorum bu insanlar misafirliğe gelip yarım saat oturup gitmek için ayaklandıklarında kapı eşiğinde bir yarım saat daha neden hep konuşuyorlar. Nereye giderseniz gidin bir İtalyan ailesinin evine davetliyseniz bilin ki o evde bulunduğunuz bölgenin diyalekti konuşulur. Mesela bizim evde İtalyanca değil Veneto dilinin Treviso aksanı ile konuşuluyor. O nedenle bizim eve misafirliğe gelen Türk arkadaşlarım İtalyan ailemi anlamakta çoğu zaman zorlanıyor.

Veneto bölgesi esasında misafirperver olan, ama ilk bakışta kolay kolay dostluk kurmayan insanların yaşadığı bir bölgedir. Sizi tanımak ve sevmek için zaman isterler. Bilin ki sizi evlerine davet ettilerse onlar için bunun bir anlamı vardır. Yemekte size en sevdikleri şeyleri ikram ederler. Normalde ellerinin sıkılığı ile meşhur olsalar da sizi yemeğe davet ettilerse bilin ki o yemek en az üç saat sürecektir ve sekiz çeşit yemek de sizi bekliyor olacaktır. Yemek demişken aman dikkat sofrada tuzluk devrilmesin, çünkü uğursuzluk getirdiğine inanıyorlar. Aynı şekilde lütfen şemsiye de açmayın evlerinde; çünkü evde şemsiye açmak da uğursuzluk getiriyor. Başkaları sizin şemsiyenizi kaybettiğinde size yenisini alırken karşılığında sembolik de olsa para istiyorlar, çünkü şemsiye hediye etmek de kötü şans getirirmiş. Bunlar gibi daha niceleri var aklıma geldikçe önümüzdeki günlerde sizinle paylaşırım.


Deneyimlemek!
Hayat akıp gidiyor ve bizler de deneyimlerimizle yeniden şekilleniyoruz. Uzun zamandır tek yaptığım şey bir mimar gibi kendimi yeniden inşa etmek, öğrenmek, görmek, tanımak, bilmek yani deneyimlemek ve bunları başkalarıyla da paylaşmak. Malum hep üzerinde durduğumuz gibi devir her şeyin hemen paylaşılabildiği bir devir. O nedenle bütün bunları yazdım ve yazmaya da devam edeceğim.

Şimdilik sağlıcakla kalın ve arada yemek bloğumu takip etmeyi unutmayın!

https://www.instagram.com/italyansofrasi/

Alkışlarla yaşıyorum likelarla coşuyorum!


Risultati immagini per sosyal medya cep telefonu karıkatur

Canım telefonum!
Sosyal medyanın hızla büyüdüğü bir çağda biz de büyüyor, hatta biraz da yaş alıp olgunlaşıyoruz. Yeni yüzyılın bize armağanı olan elimizdeki küçücük telefonla, gerçi teknoloji ile o da büyüyor ama, kocaman ve adı sanal olan bir dünyaya dalıyoruz. Bu hayatın içinde daha önce hiç görmediğimiz, hiç bilmediğimiz insanlarla, şehirlerle, ülkelerle ve başka dünyalarla tanışıyoruz, onlara uzaktan temas dahi ediyoruz. Bu sanal dünyanın, son dönemlerin ifadesiyle, popüler olan kişiliklerinin hayatları, yirmi dört saatlerini canlı olarak bizimle paylaşmaları, insan beyninin sürekli yapılan şeyleri alışkanlık haline getirdiğinden yola çıkarak aynı saatlerde hep benzer paylaşım yapmalarıyla bir anda kitleler halinde onları takip etmeye başlıyoruz. Bu durum zamanla sadece takip edende değil takip edilende de bir bağımlılığa dönüşüyor. Her fotoğraf beğeni ve yorum almalı, her video olay yaratmalı ve her paylaşım çok çok çok çok ama çok çok çok like almalı yani Türkçe ifade edecek olursa beğenilmeli.

Depresyondayız!
Türkiye’de bu hal artık politik dünyanın çıkmazları, ekonomik anlamda yaşanan ağır travmalar neticesinde bir nevi toplum üzerinde depresyon etkisi yaratmış durumda diyebiliriz. Eline telefonu alan, bir nebze de olsa, onu içinde bulunduğu durumdan alsın götürsün istiyor. Bunu, bir nevi gerçeklikten uzaklaşma ve başkasının bize çok renkli gelen hayatının sanki bir köşesindeymişiz gibi ruh haline bürünme olarak da izah edebiliriz.


Immagine correlata



Oysa yanlış bilgi alkışı hak etmez!
Oysa başkalarının hayatlarını uzaktan seyre dalarsak bize neler oluyor: Öncelikle önümüze her sunulanı bir gerçeklik ve gereklilik gibi kabul ediyoruz. Mesela ben birinci sıraya "bilginin" kendisini koyuyorum ve bir bakıyorum ki herkes otorite ve herkes her konuda fikir sahibi olmadan bilgi veriyor. Bu yazıyı yazabilmek için son on beş gündür çok popüler olan bazı hesapları inceleme altına aldım. Kendi mesleğim gereği dünyayı gezenleri, tarihçilik yapmaya çalışanları ya da televizyoncuları, sağlıkla ilgili paylaşım yapanları vs dikkatle izledim. Mesela oldukça popüler olan bir kişilik dünyanın en önemli ve ünlü, romanlara dahi konu olmuş Ortaçağ dönemi mimarisi olan gotik kiliselerden birinin önünde yaptığı canlı yayını esnasında “Evet bu görmüş olduğunuz kilise barok dönemi mimarisinin oldukça önemli bir kilisesidir” diye konuşma yapıyordu. Cümle kurulumunda yaptığı hatayı geçtim, sanat tarihi anlatıp sanat tarihinden zerre bir şey anlamadığını bir cümlesiyle görmüş oldum. Takipçileri onu harikasın, şahanesin diye övgülere boğduğu an orada daha fazla kalıp zehirlenme yaşamamak adına telefonu kapatmayı tercih ettim.

Gazete aldık, kupon biriktirdik, ansiklopedimiz oldu bizim!
Peki bu böyle tek örnek mi? Elbette değil, ne yazık ki değil. Bilgi çağında yaşıyoruz, dediğimiz bir dönemdeyiz, ama bilginin kendisi üzerinde bu kadar şaibenin olduğu başka bir dönem de yaşamadık. Eskiden ödev hazırlarken dört elle sarıldığımız ansiklopedilerimiz vardı. Türkiye’de bir nesil gazete kuponu biriktirip ansiklopedi sahibi olmuştu. Bizim evde onlar ne çok okunurdu. Ama anladığım kadarıyla bir çok kişi bu ansiklopedileri vitrinine süs diye biriktirmişti. Yoksa en azından elinin altında güncel teknolojiden önce sahip olduğu gerçek bilgileri tasdikli bir şekilde barındıran bu ansiklopedileri, sadece bir şeyi merak ettiğinde bile karıştırmayı adet edinseydi, şimdi bilgi verdiğini sananları bu kadar alkışlamazdı öyle değil mi?

Umudumuzu kaybetmeyelim!
Aslında çok faydalı ve eğitici sayfalarla da sürekli karşılaşıyorum. Diğerleri kadar tanınır değiller belki, ama benim sanal dünyamda kocaman yerleri var ve onlarla her seferinde yeni bir denize yelken açıyor gibi oluyorum. Demek istediğim şu ki ben bu anlamda gördüğüm şeyi bir süzgeçten geçirebilme yetisine sahibim, dolayısıyla gördüğüm şeyin değerli olup olmadığını tartabiliyorum, ama ne yazık ki popüler sayfaların boş içeriklerinin bu kadar çok talep görmesi aslında herkesin gördüklerine karşı aynı duyarlılıkla yaklaşmadıklarını gösteriyor. Peki biz ne yapacağız? Benim gibi düşünenlerin bu saçmalığı değiştirme yöntemi onlara savaş açmak değil, kendi bilgi dünyalarını başkalarına açmak olmalı!

Peki bundan sonra ne olacak?
Hepimiz tercihlerimizle yaşıyoruz. Mesela ben teknolojiyi hızlı ve güncel bilgi almak için iyi kullanıyorum, çünkü doğru bilgi kanalları nedir, bunun hakkında kendimi eğittim. Ancak doğrudan bilgi aldığım kaynak elbette kütüphanemdeki kitaplar oluyor. Eşim Davide bir Sanat Tarihi profesörü. Onun beslendiği tek kaynak kütüphanesi, eğer güncel bir bilgiye ihtiyaç duyuyorsa, ben daha hızlıyım diye bana soruyor, internetten onun için bakabilir miyim diye ya da uzun uzun araştırma yapıyor o konu üzerine açılmış resmi web sayfalarında. Instagram, Facebook, Twitter vs hiçbir şey kullanmıyor ve yemek yerken hala telefonunu kapatıyor. Üstelik VHS’den film izleyip kasetten müzik dinleme alışkanlığını da hiç bırakmadı. Hala 1920’lerden 80’lere kadar olan filmleri izliyor. Klasiklerden hiç vazgeçmiyor. Teknoloji anlamında tek takip ettiği haberi olmadan dahil edildiği Watsup gurupları oluyor. Halinden memnun, mutlu ve bilgi kirliliğine karşı “MARUZ KALMIYORUM”! diye bir ifade kullanıyor.


Risultati immagini per sosyal medya içeriksiz paylaşım populerlik karıkatur



Maruz kalıyoruz!
Biz maruz kaldığımız için bunun önüne geçen tedbirler almamız gerekiyor. Üzerinde emek harcayarak edindiğimiz bilgiler, yazdığımız uzun makaleler, tezlerimiz, bilgi birikimimiz üç satırlık ve değersiz Instagram ve Twitter paylaşımlarıyla heba olmamalı! Bizim de nitelikli bir okuyucu kitlemiz var. Sadece doğru frekansta buluşmayı bilmek gerekiyor. Bu nedenle ben kendi sayfalarımda, üzerine emek harcayıp da edindiğim bilgilerimi paylaşıyorum. Bir ara uzun uzun bloğumda yazılar yazardım. Sonra doktora tez çalışmalarım beni çok zorlayınca o alışkanlığımız biraz yitirdim. Şimdi herşey sütliman ve kendi platformumda daha çok varlık gösterebilirim. Yazılarımı keyifle okuduklarını söyleyen, mesajlarıyla beni destekleyen ve şimdiki motivasyonumu tekrar kazanmamı sağlayan okuyucularıma çok teşekkür ederim. Sizler sayesinde yeniden buradayım. Beni çok kişinin bilmesi gerekmez. Akademik anlamda Dr. Serap Mumcu’yu Academia sayfasından, sadece İtalya, genel olarak Veneto bölgesi ve Venedik şehri, İtalyan mutfağının bana neler kattığı ve son olarak Venedik bienali hakkında bilgi almak isteyenler beni Instagram sayfalarımdan takip edebilirler. Hem tanışmış oluruz. Yolunuz düşerse buralara, bir kahve içeriz arkadaş da oluruz.

Doğru kanallarda, doğru insanlarla, doğru bilgiyle karşılaşmanız dileğiyle!
https://unipd.academia.edu/SerapMumcu
https://www.facebook.com/profile.php?id=652044267
https://www.instagram.com/serapmumcugeronazzo/
https://www.instagram.com/italyansofrasi/
https://www.instagram.com/italyavenedikrehberi/
https://www.instagram.com/venedikbienali/

23 Mayıs 2018 Çarşamba

2018 Venedik Bienali, Mimari

Heyecan sardı yine San Marco’nun aslanlı şehrini... Yine bir Venedik Bienali ve yine sanat kokan şehrin sanatseverlere büyük hizmeti... Bienal bilindiği üzere son yüzyılın en rağbet gören sanat organizasyonu olarak ilk defa Venedik’te açılmış ve daha sonra dünyanın bir çok farklı şehirlerinde de devam etmişti. Kelime anlamı her ne kadar “biennale” yani iki yılda bir anlamı taşısa da esasında bu etkinlik Venedik’te bir yıl sanat bir yıl da mimari bienali olarak her yıl düzenleniyor. Ben şahsen özel ilgi alanıma girdiği için mimari bienaline karşı hep daha yakından ilgi duyuyorum. Dünyadaki mimari gelişimleri ve günümüz yaşantısının güncel mimariye olan etkisini bienal sergilerinde fazlasıyla hissediyorum ve bana kalanlar kendi yaşam alanımı yeniden dizayn etmemde bana çok yardımcı oluyor. Sizler de bu büyük sanat etkinliğini görmek ve hayatınıza doyasıya sanat katmak için hadi yola çıkın ve Venedik’e gelin.

Dünyanın en büyük bienal organizasyonuna ev sahipliği yapan Venedik şehri 16. kez mimarlar için evinin kapılarını, bahçelerini, tersanelerini, tarihi saraylarını ve meydanlarını sanatseverlerle buluşmak üzere açıyor. 26 Mayıs-25 Kasım 2018’de Venedik’te Arsenale ve Giardini iki ana merkez olmak üzere şehrin bir çok farklı noktasında açılacak olan sergilerle altı ay boyunca sabah 10.00’dan akşam 18.00’e kadar açık kalacak olan sergi alanları sanat severleri ve bienal müdavimlerini bekliyor olacak. (Bienal alanı sadece dört pazartesi günü kapalı olacak: 28 Mayıs, 13 Ağustos, 3 Eylül ve 19 Kasım).

Türkiye’nin pavyonunun da bulunduğu iki önemli sergi alanı olan Giardini ve Arsenale bölgesi birer girişli olmak üzere, iki farklı gün ya da aynı günde 25 Euro karşılığındaki bilet ile gezilebilir.

Freespace

16. Mimarlık Bienalinin iki kuratörü olan Yvonna Farrelle ve Shelley McNamara, 7 Haziran 2017 tarihinde Bienal başkanı Paolo Baratta ile yaptıkları basın toplantısında “Freespace” yani “Serbest Mekan” başlığını bienale tema olarak seçtiklerini ilan ettiler.

İnsanlar ve mekanlar arasındaki anlamlı bağı besleyen ve destekleyen mimarlığın temel yeterliliğini sürdüren kavramların "cömertlik" ve "düşüncelilik" olduğuna inanan Yvonne Farrell ve Shelley McNamara, bu iki kavramı serginin odağı haline getiriyor. Mimarlık, özünü iyimserlik ve devamlılıktan alan bu kavramları, cömertlik ve küratörlerin nitelendirdiği ‘Serbest Mekan’ı takas etmek için duyulan tutku ile somutlaştırıyor. Farrell ve McNamara, mimarlıktaki insan, mekan, zaman ve tarihe dayanan çeşitlilik, özgüllük ve devamlılığı ortaya çıkarmak ve bu dinamik gezegen üzerindeki mimarlık kültürünü ve ilişkisini sürdürmek adına tüm katılımcıları kendi ‘Serbest Mekan’larını Venedik’e taşımaya davet ediyor.

Bienal sergisi, ‘Freespace' teması çerçevesinde, yüzeyin değişim, zenginlik ve maddeselliği; hareketin düzenlenip sıralanması, mimarinin somutlaşan gücünün ve güzelliğinin açığa çıkarılması gibi, mimarlığın temel niteliklerini ele alan örnek, öneri ve işleri bir araya getirecek. Ölçek ve niteliğin mekansal ve fiziksel varlığını gözler önüne serecek olan serginin, özellikle mimarlığın karmaşık mekansal doğasıyla iletişim kurarak ziyaretçiyi etkilemesi bekleniyor.

Küratörler, mimarlığı daha kapsamlı şekilde anlamak, temel mimari değerler hakkında tartışma başlatmak, mimarlığın insanlığa yaptığı kanıtlanmış ve kalıcı katkıları kutlamak üzere bienal ziyaretçilerinin etkin duygusal ve entelektüel katılımını bekliyor.

Serbest Mekan algısının sunduğu çağrışımlar insan ruhunun cömertliği ile birleşecek ve günümüz dünyasının ihtiyaçlarına mimari alanında cevap vermeye çalışacak. Venedik bu anlamda bienalin teması ile uyumlu şekilde büyük mekanlarını sanatçıların hizmetine sunuyor. Yaklaşık on yıldır bu şehirde yaşayan bir akademisyen olarak söyleyebilirim ki bu şehir bir zamanlar şehrin koruyucusu olan Aziz Markus’un tüccarlarına Doğu Akdeniz’i fethetme imkanı vermişti, günümüzde ise aynı şehir eşsiz güzelliği ve görkemli geçmişinden geriye kalan harebe olmaya yüz tutmuş binaları ile sanat severleri fethediyor. Bienal zamanı bütün şehir dünyanın dört bir tarafından gelen sanatseverleri bir araya getiriyor. Açılış kokteyllerinde günümüz sanat dünyasının belki de yıldızlaşan artistleri ile birebir tanışma ve hatta uzunca sohbet etme imkanı bile bulunuyor.

Esasında çoğu insanın yabancı olduğu modern sanat anlayışı ve bu anlayışın temsilcisi olan sanatçılar için Venedik bienali adeta bir oksijen çadırı vazifesi görüyor. Sanatçı derdini anlatmaya çalışırken yüzbinlerce insan da sanatçının aktarımından bir mana çıkartmaya çalışıyor. On yıldır tadına vara vara ve gerçekten özümseyerek gezdiğim bienal sergileri içerisinde sanatın esasında yaşayan bir varlık gibi içinde bulunduğu ortam ve durum ile şekillendiğini gördüm. Günümüz insanının varolan bütün problemleri son yılların bienal etkinliklerinde işlenen konuların başında geldi: Suriye’de yaşanan iç savaş, Akdeniz’de batan botların ardından yitip giden hayatlar, karaya vuran bedenler, azınlıkların günümüz siyasi anlayışında sürdürdükleri yaşam biçimleri, insanoğlunun doğaya verdiği zarar ve mekanikleşen hayatlar, toprağa değmeyen ayaklar, estetikten yoksun yaşam alanları ve bir yandan da hala korumaya çalıştığımız öz benliklerimiz, köklerimizden gelen alışkanlıklarımız, eskiye olan özlemlerimiz ve bitmek bilmeyen ihtiyaçlarımız... Sanat severlerin en çok ilgisini çeken çalışmalar umut vaadedenler oluyor. Mesela geçen sene Lorenzo Quinn tarafından Ca’ Sagredo otelinin ön yüzüne yerleştirilen zarif eller “Support” adı ile neredeyse bir yıl boyunca yerinde kaldı. Uzun süredir kendi problemleri ile boğuşan şehir Lorenzo’nun elleri ile adeta küresel ısınmaya, denizaltında kalarak sonsuzluğu uğurlanmaya, kaybetmeye mahkum olmadığını farketti ve şöyle dedi: hem zaten bazen minicik bir dokunuştur bize hayat veren...

Türkiye Pavyonu

Türkiye, Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergisi’nde ilk kez 1991 yılında Beral Madra’nın kişisel çabaları ve TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle yer aldı. Beral Madra, 1991-2001 yılları arasında bienalde yer alan Türkiye sergilerinin küratörlüğü ve komiserliğini üstlendi. 2003 yılında TC Dışişleri Bakanlığı’nın da desteğiyle bir mekan kiralama kararı alındı ve ilk Türkiye Pavyonu’nun küratörlüğü ve komiserliğini de 2007 yılına dek Türkiye’nin Venedik Bienali’ne katılımını sağlayan Beral Madra üstlendi. Aynı yıl İstanbul Kültür Sanat Vakfı Türkiye pavyonunu düzenleme görevini devraldı.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın girişimi ve 21 destekçinin katkılarıyla Türkiye, 2014 yılından itibaren Venedik Bienali’nde uzun süreli bir mekâna sahip oldu. Arsenale’de 2014-2034 yılları arasında tahsis edilen bu mekân sayesinde Türkiye Pavyonu, 2014 yılında ilk kez Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde de yer aldı.

Türkiye Pavyonu Sponsorları

Türkiye Pavyonu, TC Dışişleri Bakanlığı ile TC Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesinde gerçekleştiriliyor.

Uluslararası Sanat Sergisi’nde yer alan Türkiye Pavyonu 2007 yılında Garanti Bankası tarafından desteklenirken, 2009 yılında İKSV'nin kendi imkânları ile yapıldı. 2007’de başlatılan Venedik Bienali Türkiye Pavyonu Dostları programı 2011 yılında da pavyonun gerçekleştirilmesine katkıda bulundu. 2011, 2013 ve 2015’te sponsorluğu Fiat tarafından üstlenilen Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergisi Türkiye Pavyonu, 2013 ve 2015 yıllarında SAHA Derneği’nin prodüksiyon desteğiyle gerçekleştirildi.

2014 yılında 14. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde yer alan Türkiye Pavyonu ise Schüco Türkiye ve VitrA’nın eş sponsorluğunda, Häfele’nin prodüksiyon desteğiyle gerçekleştirildi.

Türkiye’nin Venedik Bienali sergilerinde uzun süreli bir mekânda yer almasını sağlayan kişi ve kurumlar arasında Akbank, Mehveş-Dalınç Arıburnu, Berrak-Nezih Barut, Ali Raif Dinçkök, Vuslat Doğan Sabancı, Füsun-Faruk Eczacıbaşı, Oya-Bülent Eczacıbaşı, Enka Vakfı, Nesrin Esirtgen, Eti Gıda San. ve Tic. AŞ, Ahu-Can Has, Öner Kocabeyoğlu, MAÇAKIZI, Tansa Mermerci Ekşioğlu, Polimeks Holding, SAHA, Taha Tatlıcı, T. Garanti Bankası AŞ, Vehbi Koç Vakfı, Zafer Yıldırım, Yıldız Holding AŞ yer alıyor.

2018 yılı 16. Venedik Bienli Türkiye Pavyonu

Küratörlüğünü mimar Kerem Piker'in, yardımcı küratörlüğünü Cansu Cürgen, Yelta Köm, Nizam Onur Sönmez, Yağız Söylev ve Erdem Tüzün'ün üstlendiği Vardiya projesi kapsamında bienal süresince haftalık vardiyalar hâlinde Venedik'e gidecek mimarlık öğrencileri bienalin bu yılki teması Freespace/Serbestmekân kavramı çerçevesinde geniş katılımlı bir projeye dahil olacak.


Türkiye Pavyonu'nun İlk Konuğu Emre Arolat

Türkiye Pavyonu, Vardiya projesi kapsamında bienal süresince, Emre Arolat, Eva Franch Gilabert, Juhani Pallasmaa, Jan Boelen ve Refik Anadol gibi mimarlık ve tasarım dünyasının önde gelen isimlerini konuk konuşmacı olarak ağırlayacak.

Atölye katılımcılarıyla tüm bienal ziyaretçilerine açık olacak konuşmaların ilkinin konuğu mimar Emre Arolat olacak. Emre Arolat bienalin ilk hafta sonunda, Türkiye Pavyonu'nda 27 Mayıs Pazar günü saat 14.00'te bir sohbet gerçekleştirilecek. Konuşma, Vardiya'nın YouTube kanalından da canlı izlenebilecek.

Bienal süresince konuk konuşmacıların yanı sıra, farklı alanlardan isimlerin katılımıyla 50 çevrimiçi yuvarlak masa oturumu da gerçekleştirilecek. Aralarında Bernard Khoury, Andrew Kovacs, Han Tümertekin ve Cynthia Davidson gibi mimarlık ve tasarım dünyasının önde gelen isimlerinin bulunduğu konuşmacılar, oturumlarda atölye katılımcılarıyla beraber "Bienal ne için var?", "Bienal kimin için var?" ve "Bienal ne işe yarar?" sorularını irdeleyecek.


Vardiya Etkinlikleri YouTube Kanalı ve Blog Üzerinden Canlı Takip Edilebilecek

Vardiya süresince gerçekleştirilecek tüm atölye ve üretimler vardiyaxpress.com adresinden takip edilebilecek. 27 Mayıs'ta başlayacak ilk atölyeyle beraber Vardiya'nın güncel programı, katılımcılarının üretimleri, çeşitli yazılar, konuk konuşmacıların konuşmaları, dijital yuvarlak masa oturumları gibi projeye dair pek çok bilgi ve habere vardiyaxpress.com adresi üzerinden erişilebilecek.

Venedik Bienali 16. Uluslararası Mimarlık Sergisi boyunca Türkiye Pavyonu’nda gerçekleştirilen tüm konuşmalar ve çevrimiçi yuvarlak masa oturumları ise bienal boyunca Vardiya’nın YouTube kanalından (Vardiya Online: https://www.youtube.com/channel/UC_NTyZaDvOwX_kDJ47FQTIQ takip edilebilecek. Mimarlık okulu öğrencilerinin, Vardiya projesine başvururken hazırladıkları, Bienal ne için var?”,Bienal kimin için var?” ve “Bienal ne işe yarar?” sorularından en az birine cevap verdikleri bir dakikayı geçmeyen videolara da projenin Youtube kanalından erişmek mümkün.

Faydalanılan siteler

http://www.labiennale.org/it/architettura/2018

http://bienal.iksv.org/tr

http://www.arkitera.com/haber/30223/venedik-mimarlik-bienali-icin-geri-sayim

8 Ocak 2017 Pazar

Venedik günlüğü başlasın






Yeni bir yıl başladı. Bu sene ile birlikte ben biraz daha kendime döndüm. Uzun bir süredir politik gündemin kirliliği ve içi boş paylaşımları takip etmekten yorgun düşen bünyelerin ilacı bir bardak sıcak çay ve sakinlik veren müzikmiş. Venedik’te günler kendi değişmeyen temposunda sürüp gidiyor. Üst komşum hiç ara vermeden piyanosunun başında ve bazen ağır aksan bazen ritmini arttırmış melodileriyle yatak odamı dolduruyor. Üst katın armonisini alt katın gür sesli terzisi Cristina bozuyor. Onun kadar yüksek tondan konuşan, bağıran, gülen bir başkası tanımadım.

Evimin bulunduğu meydanda keyifle vitrinini seyrettiğim en uyguna kitaplar bulduğum Fransız kitapçısı da sonunda restoranlar zincirine eklenecek bir halkaya kurban gitti. Acı acı ağlasan da Venedik bu kapitalist düzene en çok uyan sen oluyorsun hep. Ey turist ne olurdu sanki yeme içme kadar önem verseydin okumaya, ne olurdu sanki Çin işi onca kıymetsiz hediyelik yerine kitap alsaydın bir tane de!!!

Strada Nova üzerindeki tarihi tiyatro binası süpermarket oldu. Başınızı kaldırıp baktığınızda birbirinden güzel fresklerin güzelliği sizi tam esir alacakken indirime giren peynir ve şarküteri reyonunda bulursunuz kendinizi. Ben henüz girmedim kapısından içeri, ama Venedik’e gelip de yahu bir süpermarket bulamadık diye yakınan turistler muhakkak mutlu olacaktır.

Bütün bunlar beni karamsarlığa itmiyor elbette. Hala bu şehrin büyüsünün etkisindeyim. Her sabah ve her aksam her gece ve her gündüz iyi ki beni kolların arasına aldın Venedik diyorum şehrime sarılıp. İnsan memnuniyetlerini hep sunmalı ki yaşam alanı da ona güzelliklerle dönsün.

Sabah yürüyüşü için şehrin kuzeyini seçtiğimden sanırım ağırı soğuk ve rüzgarla mücadele ederken bir yandan da Venedik’e şükranlarımı sunamamıştım o nedenle penceremden uzun uzun San Giovanni e Paolo Kilisesi’ne bakıp ona iyi ki bu kadar kocamansın ve iyi ki kuzeyden gelen soğuk ve rüzgarı kesiyorsun dedim. Bir zamanların Serenissima'sı yani dünyanın en huzurlu şehri bana huzur vermeye devam ediyor. Buraya yolu düşenler, hayatlarının bir döneminde Venedik’te kalmış olanlar için tatlı bir düş olarak kalıyor. Ben o düşü her gün görüyorum. Venedik’ten günlüklerle arada sırada görüşmek üzere...

29 Şubat 2016 Pazartesi

Antonio Canova dünyanın en güzel kadınlarının Tanrısı


Dünyanın en güzel kızları ve onların Tanrısı Antonio Canova              


Hafta sonu geldi çattı ve ben yine yola çıkmak üzere hazırlandım. Bir başka tren yolculuğu sonrası soluğu, artık benim için vazgeçilmez yer olan, Kuzey İtalya Alpleri’nde aldım. Vicenza, Treviso, Bassano del Grappa, Asolo, San Zenone degli Ezzelini, Marostica, Cittadella, Castelfranco Veneto, Monte Grappa’nın etekleri ve Veneto bölgesinin Venedik’ten turisti az gören her bir köşesi…

Sevgili rehberim Davide’nin programına uyacağım yine. Geçenlerde bir akşamüstü gittiğimizde kapalı bulduğumuz Antonio Canova’nın evi bu sefer ilk durak noktası olacak. Canovo, İtalyanların gurur duydukları eşsiz yetenekli bir sanatçı, ressam ve heykeltıraş. Canova’nın evi ve atölyesi, Alplerin hemen eteğinde Asolo’da, Possagno köyünde bulunuyor.

Possagno tıpkı bir masal şehri gibi karşınızda olduğunda kendinize: “kaf dağının ardında ki o yer galiba burasıydı” diyorsunuz. Yeşil burada toprağın tek örtüsü, evleri sanki doğa içinde bir oraya bir buraya serpiştirilmiş gibi seyrek, en fazla iki-üç katlı ve klasik Veneto mimarisinin pastel renklerine bürünmüş ve sadeliğinde. Buradan dünyaca ünlü bir sanatçı çıkmış. Canova'nın hem çocukluğunun geçtiği hem de ünlü bir sanatçı olduktan sonra da hayatına devam ettiği yer…

Canova'nın Possagno'daki evi oldukça güzel ve şimdilerde Canova’nın eserlerinin sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş durumda. İtiraf etmek gerekirse 18. yüzyılın bu büyük üstadının hep adını duymakla birlikte eserlerinden ve sanatçının bulunduğu yerden çok da haberdar değildim. Davide ilk defa beni Canova ile ciddi anlamda tanıştırdı ve onun dünyasında biraz soluk almamı sağladı. Canova’yı, eserlerini, sanatçının yaşadığı dönemi bana bir bir anlattı. Her bir eserin önünde uzunca kalmamı ve incelememi istedi. Müzeyi rehber eşliğinde gezen kalabalığın arasına katmadı beni. Sessizlik içinde kulağımda sadece onun Canova’yı anlatan cümleleri kaldı.
1 Kasım 1757’de Alplerin eteklerinde doğan Canova dededen miras kalan yeteneğini sıkı bir çalışma disiplini ile birleştirmiş, kendini çok iyi yetiştirmiş bir sanatçı. Canova’nın nü resim ve heykelde olağanüstü başarılı olduğunu söyledi bana Davide. Büyük bir disiplinin olağanüstü yetenek ile birleştiğini sanatçının eserlerine bakınca bunu hemen anlıyorsunuz. Koltuğun üzerine uzanmış kız figürünü nasıl bir rahatlık ile yansıttığı ve heykele baktıkça o rahatlığın size yansıdığını hayal edin. Billur gibi bir güzellik ve o güzellik o güzelliğin rahatlığı sizin ruh halinizi nasıl etkilediğini her hangi bir Canova eserinin karşısına geçmeden hayal edemezsiniz. Üstelik benim gördüklerimin çoğu sanatçının prova eserleriydi.

Bu eserlerin mermerden yapılmış son hallerinin dünyanın birçok müzesinde sergilendiğini de eserleri incelerken öğrenmiş oldum. Napolyon ailesi ve Giorgio Washington’ı da Canova’nın eserleri arasında bulmak dönemin politik havasını daha net algılamanıza neden oluyor. Mitolojik ve dini öyküler sizi başka diyarlara götürüyor. Dans ve kadının bir arada uyumunu sergilediği çalışmaları ise gerçekten büyülüyor. Antonio Canova’yı ve eserlerini hala keşfetmediyseniz bu yazıyı okuduktan sonra bir göz atın.

Possagno’da oldukça gösterişli bir ev Canova’nın evi; ama Davide’nin dediğine göre bu ev bir soylu evi değilmiş. Birkaç önemli ayrıntı da evin bir soyluya ait olmadığını gösteriyormuş. Doğuştan soylu olmasa da yeteneği ile soylular arasında sonradan seçkin bir yer bulmuş Canova. Venedik ve Roma’da çalışmalarını sürdürmüş ve oldukça fazla eser vermiş. Evinin konumu gerçekten eşsiz, kocaman ve büyülü bir bahçe ve göz alabildiğince uzanan dağlar, ovalar arasında sürülen bir yaşam ve bu yaşam içinde ortaya çıkan yoğun üretkenlik. Anlaşılan o ki Canova’nın sahip olduğu olanaklar da kariyerinde iyi bir yere gelmesinde ona çok yardımcı olmuş.



Canova’nın müzeye dönüştürülen evinde dönemin yaşantısından da oldukça fazla izler bulunuyor. Mutfağında o dönem kullanılan ocaklar ve bakırdan büyük tencereler bulmak oldukça ilginçti ve daha da ötesi Canova’ya ait giysiler ve sanatçının özel eşyalarını yakından inceleme imkânı bulmak çok güzeldi.
Her bir odada başka ve önemli bir Canova eseri ve her eser ayrı bir özgünlük taşıyor. Ancak hepsinde aynı imzayı görüyorsunuz. Sanki hiç zor değilmiş, sanki bir Tanrı’ymış da onlara can vermiş. Her bir eserini büyük bir özenle yaratmış Canova. Hepsini ayrı ayrı sevmiş. Müzik eşliğinde dans eden kızı seyre daldık Davide ile. İşte dedi, işte ben bu müzik ile birleşen bu zarif dünyayı çok seviyorum. Onun o çok sevdiği dünyasında ben de kendimi müziğin ezgilerine bıraktım ve bir-iki-üç adımlar atarak dans etmeye başladım. Canova’nın ve Davide’nin dünyasında birinin yarattığı atmosfer ve diğerinin de onu bana anlatım tarzı ile büyülendim.
Evde beni en çok etkileyen kısım çatı katındaki büyük atölye oldu. Bir heykeltıraşın dünyasına tam olarak girmek, kırık mermerlere dokunmak ve taşın büyük ustasının çalışma aletlerini, ölçü kalıplarını görmek… Kısacası Canova’nın dünyasına bir günlüğüne uzanıp aslında ondan birçok şey almak ve o mutlulukla oradan ayrılmak… Müzeden ayrılmadan önce yine kitap satış bölümüne uğradık. Davide her müze gezisinin ardından bir hatıra ile dönmemi istiyor ve bu sefer bana Canova’nın o en çok beğendiğim tablosunun bir örneğini hediye ediyor. O resmi kendi duvarımda görmek ve her seferinde bu güzel günü hatırlamak istiyorum.

Müze gezisinin ardından günü noktalamak için yine Possagna’da bulunan bir tapınak kiliseye gittik. Asolo’nun şüphesiz en eşsiz yapıtı ve elbette bir Antonio Canova şaheseri:



Tempio Canoviano

inşası ise Giannantonio Selva ve Luigi Rossini adlı mimarlar tarafından yapılmış. Asolo eteklerinde ormanlık bir arazi üzerine inşa edilen tapınak 35,763 metre yüksekliğe sahiptir. Canova bu tempio'yu yapmadan önce uzun süre tıpkı bir mimar gibi Roma'da Pantheon'u incelemiş. O dönemde Pantheon'un bir benzerinin inşa edilemeyeceği fikrine inat köyüne döndükten sonra bu tempio'nun bir benzerini tasarlamayı başarmış. Canova'nın tempio'suna oldukça dar ve basık bir kapıdan girdik. Davide bunun bir Hıristiyanlık geleneği olduğunu söyledi bana. Kiliseye girerken sen Tanrı'ya sadece sen olarak gidebilirsin. Bütün kibrinden, zenginliğinden arınman gerekir. Tanrı'ya senin verebileceğin bir şey yoktur, inancından başka; Oysa dışarı çıkarken Tanrı'nın sana verdiği bütün kazanımlarla birlikte dopdolu bir şekilde orta kapıdan ferah ferah çıkıyorsun.

Canova'nın tempio'su beni kendine hayran bıraktı bütün o renkleriyle. On iki havarinin on iki ayrı duvarda resmedilmesi ve hem Canova'nın hem de Venetolu diğer sanatçıların tuvalinde bambaşka bir ortama kavuşmuş kilise. En önemli ayrıntı ise elbette Canova'nın mezarının da bu kilisenin içerisinde yer alması. Esasında Canova Venedik'te vefat etmiş. Ölümüne yakın artık herkesin çok yakından tanıdığı ve hayran olduğu bir sanatçıymış. O nedenle de ölümünden sonra dahi bir türlü paylaşılamamış. Kalbi Venedik'te Campo dei Frari de bulunan Frari Kilisesi'nde kendisi için hazırlanan anıt mezara konulmuş. Kimbilir belki de kendisinden sonra glecek sanatçılara ilham vermesi için sağ eli yine Venedik'in ünlü akademisine armağan edilmiş. Bedeni ise köyünde kendi tasarımı olan kilisede sonsuz istirahatı için gönderilmiş. Possagnolular belli ki Canova'yı Canova yapan sağ elinin bedeninden ayrı kalmasına çok üzülmüşler. Geçenlerde akademi müzesine gidip de sanatçının sağ elinin nerede olduğunu sorduğumuzda bize artık orada olmadığını ve elin de Possagno'ya gönderildiğini söylediler.

Canova'yı mezarı başında ziyaret edip anısına bir de mum yaktıktan sonra geniş orta kapıdan çıkıyoruz. Kilisenin ön yüzünde bulunan yüksek sütunların arasında akşam vakti biraz dolaşıp oradan şehri doyasıya izlemenin keyfini yaşıyoruz ve sonra da sıcak bir çikolata ip ısınmak için küçük, şirin bir bara gidiyoruz.

Günün sonunda yapılacaklar

Güzel bir günü daha da güzelleştirmek için ne gerekiyorsa yapıp eve dönmek üzere yollara düşmek ve belki de bir ömür yaşayacağın topraklara seni bağlayan anılar edinmeni sağlayan adama teşekkür etmek…

- Teşekkür ederim.

- Neden?

- Bu güzel gün için.

- Umarım sevmişsindir.

- Evet, çok sevdim.

- Çok memnun oldum.

- Ben daha çok…

Yabancılarla Yaşamak

          
Geçenlerde Fransız bir arkadaşımın akşam yemeğine davetliydim. Bir elinde İspanyol Flamenko bir gitar, diğerinde enfes İtalyan şarabı, önünde Fransız krepi eşliğinde Kanadalı bir kızla sohbete dalan ve Amerika anıları paylaşan sempati kralı Kaya’yı seyre daldım. Etrafıma bakınıyor gene muzipçe gülümsüyor ve aklımdan geçenleri bir yerlere yazsam mı diye kâğıt kalem aranıyordum. Sonra kâğıt kalemi boş verip bir bardak da şarap alıp İtalyan arkadaşlarımla sohbete daldım. O günün bana düşündürdüklerini yazmak ise şimdiye kaldı.İtalya’ya geldim geleli dünyanın birçok milletinden arkadaş edindim ve çoğuyla da ortak mekânları paylaştım. Hiç unutmuyorum Venedik’teki ilk gecemde Brezilyalı bir kız ile aynı odada kalmıştım. Birkaç mahcup gülümsemeden sonra tanışmış ve uzunca da sohbet etmiştik. Sevgilisi ile dünyayı gezen bu Brezilyalı bana ülkesinden güzel fotoğraflar göstermişti. Birlikte Brezilya şarkıları dinlemiştik. Türkiye’den geldiğimi duyunca “fantastico” “harika” demişti. Yabancılar için Türkiye denince elbette ilk akla gelen yer İstanbul daha sonra Kapadokya, Çanakkale ve Antalya oluyor. Buraları bilen nedense Türkiye’ye karşı ciddi bir sempati besliyor. Brezilyalı arkadaşım o günün anısına bana minik bir cüzdan hediye etti. Üzerinde Brezilya bayrağı vardı. Ben de ona bileğimdeki künyeyi.
O günden sonra yabancılar hayatımdan hiç eksik olmadı. Sırplı, Hırvat, Romen, Bulgar, Yunan, Arnavut, Makedon, İspanyol, İtalyan, Fransız, Afgan, Japon, İranlı, İsviçreli, Amerikalı, Gürcü, Türk, Kürt, Macar arkadaşlarım oldu. Ortak mekânlarda bazen çok iyi anlaştık, bazen çok ters düştük. Genellemeler yapıyorduk. İtalyanlar şöyleyken İspanyollar böyle oluyordu; Arnavutlar hepten farklı. Ortak paydada buluşuyorduk bir şekilde. Fakat bazen de aramızda ciddi restleşmeler oluyordu. Dünya politikaları sohbetlerin saatini uzatıyordu. Bir yandan da söylenemeyenlerin söylendiği, gerginliğin had safhaya çıktığı anlar yaşıyorduk.

Afgan ve Amerikalı
Bir keresinde bir Afgan ve bir Amerikalı arkadaş ile sohbete koyulmuştuk. Amerikalı arkadaş, Türkiye iyi yolda, atılımlarınız fazla gibi yorumlarda bulunmuştu bana dönüp; ardından Afgan arkadaşa dönüp Afganistan’ın içinde bulunduğu durumun çok kaygı verici bulduğunu söylemişti. Afgan olan arkadaş ise ona dönüp;
“-Ne kadar da iyi niyetlisin, şimdi utandım bak. Oysa benim hiç aklıma gelmedi. Bir kere bile Amerika’nın içinde bulunduğu duruma kaygılanmadım. Ama biliyor musun? Amerika bizim için kaygılanmayı bıraktığında, bizim üzerimizden elini çektiğinde bizim için hiç kaygılanman gerekemeyecek.” -dedi.
Amerikalının yüzüne baktım ne cevap verecek diye; ama işi olduğunu belirtip kalkmayı tercih etti. Bazen içinizde birikenleri söyleyecek bir imkân bir anda karşınıza çıkar. Milyonlarca olumsuzluğu bir anda değiştiremezsiniz. Ama doğru olanı yapıp sorumluluğunuzu yerine getirmiş olmanın verdiği iç huzurla dolarsınız. Bir sonraki buluşmada söyleyeceğinizi söylemiş olmanın verdiği rahatlıkla yeniden barış eli uzatırsınız. Öteki de empati yapacak zaman bulur ve bir sonraki karşılaşma anında uzatılan elin havada kalmadığını görürsünüz.
Böyle anılar biriktirdikçe ve biri gelip biri gittikçe anladım ki her birinden bana bir şeyler kalmış. Birçok dil, din, gelenek ve alışkanlıklar görmüşüm ve zamanla bütün milletler kaybolmuş ve hepsi bir birey olmuş benim için. Bu kadar çok rengin olduğu yerde karmaşaya değil rengârenk gökkuşağına dönüşmüşüm.
Farklı milletlerden insanlarla bambaşka bir ülkede bir araya geldiğinizde kimse kimseden çok ya da az olmuyor. Herkesin bir diğerinden öğrenecek bir şeyleri oluyor ve herkes birbirini ön yargısız kabul etmeye başlıyor. Ben oldum olası çevresinde minik bir dünya yaratanlardan oldum. Bütün yakın arkadaşlarım birbirini tanırlar ve severler; Çünkü hepsi ile bir arada olmak bana müthiş haz verir. Bu huyumu İtalya’da da terk etmediğim için çoğu yabancı arkadaşımın da birbiriyle tanışmasına vesile oldum. Birbirinden farklı insanları bir araya getirmenin ve bir arada huzurlu olabilmenin birçok yolu olduğunu gördüm. Güzel bir akşam yemeği sohbeti ve ona eşlik eden müzik gibi. Sağduyulu ve önyargılardan uzak olununca ortaya çıkan zenginlikle mutlu olmak gerek; Çünkü bunu bulmak her zaman mümkün olmuyor.
Ne yazık ki yaşadığım yüzyıl itibariyle ne ülkemde ne de dünyanın başka bir memleketinde “Farklılık zenginliktir. Bir arada bütün farklılıklarımıza rağmen huzurla yaşayalım” demenin ne kadar hayal ötesi bir istek olduğunu biliyorum; ama genel olarak üzerinde hep durduğum gibi yine kişisel çabanın, bazen tek tabanca olmanın, hatta biraz sivri olmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çevremdeki onca kaosa, nefrete, cahilliğe rağmen hayalinin peşinden koşan Don Kişot olmak istiyorum.

Şehzade Cihangir neden öldü? Suçlular ve günahın girdabında bir kadın: Hürrem Sultan


Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın 1531 yılında İstanbul’da doğan biricik oğulları Şehzade Cihangir hakkında nadir de olsa Venedik kayıtlarında çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bunların en dikkat çekiç olanı ise şehzadenin ölümünün ardından Venedik baylosunun, Senato’ya yazmış olduğu bir mektupta geçen kısa bir ifadedir. Şehzadenin ölüm nedenine değinmeden önce hakkında az da olsa elimizde olan bilgiler üzerinde duralım.
Doğuştan kambur olan ve kısa ömrü boyunca da sürekli sağlık problemi yaşayan şehzade bu nedenle İstanbul’daki saraydan ayrılıp bir sancağın başına geçmeyi de tercih etmemiştir. Bu sağlık problemleri aynı zamanda şehzadeyi Sultan Süleyman’ın diğer oğulları arasında baş gösterecek olan iktidar mücadelesinin de dışında tutmuştur. Her hangi bir sancağa atanma talebinin olmaması da bu durumun açık bir göstergesi sayılabilir.
Babasının Dert Ortağıydı
İbrahim Paşa’nın hayatta olduğu dönemde düzenli aralıklarla Sultan Süleyman ile ava gittiği bilinmektedir. Baylosun aktardıklarına göre, Paşa’nın vefatının ardından Sultan Süleyman’ın gezilerinde küçük oğlu Cihangir ona eşlik eden kişi olmuştur. Sultan Süleyman ile at sırtında uzun saatler boyunca gezinti yapan Cihangir böylece zaman içinde Sultan’ın dert ortağı haline gelmiştir.
Fiziki yapısından dolayı oldukça için kapanık olduğu söylenen Şehzade Cihangir’in zarîfî mahlasıyla şiirler yazdığı bilinmektedir. Kısa ömrü boyunca kendine ait bir haremi de olmayan şehzade genellikle İstanbul’da kalmayı tercih ederken, Nahcivan seferinde babasının yanında olmayı tercih etmiştir.

Şehzade’nin Vefatı
Bilindiği üzere Şehzade Cihangir 1553 yılında ağabeyi Şehzade Mustafa’nın hemen ardından babası Sultan Süleyman ile Halep’te olduğu sırada vefat etmiştir. Birçok kayıtta ölümü ağabeyinin bizzat babası tarafından verilen emirle boğdurulmasının üzüntüsüne dayanamadığı ve bu nedenle de kederden öldüğü bildirilen şehzadenin ölümü ile ilgili olarak Venedik kaynaklarında farklı ve oldukça dikkat çekici bir iddia bulunmaktadır.

Venedik kaynakları Cihangir’in ölümü için ne diyor?
1553 yılı 16 Aralık’ta Senato’ya baylostan ulaşan mektupta Sultan Süleyman’ın küçük oğlu Cihangir’in ölümüyle ilgili oldukça ilginç bir bilgi dikkatleri çekmektedir. Bilinenin aksine kardeşi Şehzade Mustafa’nın ölümünün ardından üzüntüden öldüğü bilinen Şehzade Cihangir’in esas ölüm nedeni Venedik kayıtlarına başka türlü yansımıştır. Buna göre 24 yasındaki şehzade 28 Ağustos 1553 tarihinde Halep’te vebadan dolayı ölmüştür. Na’şı Vezir-i ‘azam Rüstem Paşa tarafından İstanbul’a getirtilen şehzade kardeşi Sultan Mehmed adına yapılan Şehzadebaşı Camii’sinde kendisine ayrılan yere defnedilir. Elbette Venediklilerin, Senato’ya yazdıkları her mektubun doğruluğundan yüze yüz emin olamayız. Çünkü bayloslar bazı gelişmeleri Venedik Senato’sunun tepkisini çekmemek adına gizlemeyi tercih etmişlerdir. Bazen de olaylar hakkında yanlış bilgi edinip dolayısıyla Venedik’i de yanıltmışlardır. Elbette bir de dil probleminden dolayı anlaşılması zor durumların yaşandığı da bir gerçektir. Ancak Şehzade Cihangir’in ölümünü bu çerçevede değerlendirdiğimizde karşımıza Venedik’in bu durumda Şehzade’nin ölümüyle çok da fazla ilgilenmedikleri net olarak anlaşılacaktır. Kaldı ki Şehzade Mustafa’nın ölümü ile ilgili yaşanan gelişmelerde dahi çevirmeninden aldığı bütün bilgileri eksiksiz olarak Senato’ya ileten baylos sözlerini Senato’yu çok da ilgilendirmeyen bu konularla onları meşgul ettiği için özür dilemekte ve bu gibi gelişmelerin Venedik’le doğrudan ilgisi olmadığını söyleyip kendince daha önemli konulara geçmekte, mesela Turgut Reis’in denizlerde Venediklilere karşı olan atakları hakkında ayrıntılı olarak Senato’ya bilgi vermektedir.

Şehzade’nin gerçek ölüm nedeni o halde ne olabilir?
Ağabeyi Mustafa’nın vefatı muhtemeldir ki Şehzade Cihangir üzerinde çok tesir etmiştir. Daha önce babasına seferlerinde eşlik etmeyen şehzadenin bu zorlu seferde bulunma isteği aldığı duyumlar gereği ağabeyini koruma isteği olabilir. Belki de Şehzade gerçekten Venediklilerin aktardıkları gibi vebadan ölmüştür, ama hastalığını da ağabeyine olan acısı tetiklemiştir. Bu konu tarihin bir gizemi olarak tartışmaya açık bir şekilde önümüzde duruyor. Bir gün elimize başka kaynaklar ulaşırsa belki bu gizem de çözülür. Ancak burada önemli olan başka bir ayrıntı daha var. O da yaratılmak istenen algıdır.
Şehzade Cihangir ve Şehzade Mustafa’nın ölümlerinin yansımaları
Osmanlı kronikleri sürekli olarak Şehzade Cihangir’in Hürrem Sultan’dan olma öz kardeşlerinin kendisinin kambur olmasından dolayı kendisiyle alay ettikleri üzerinde dururlar. Ancak unutulmamalıdır ki Şehzade Mustafa’nın vefatının ardından Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında yaratılan olumsuz imajda Şehzade Mustafa’ya gönülden bağlı olanların ciddi bir tesiri olmuştur. Hürrem Sultan’ın, Mustafa’nın yaşaması ve saltanatı devralmasının neticesi olarak dört erkek evladını kaybedeceği gerçeği yine bu kesimler tarafından genellikle göz ardı edilir. Hürrem Sultan’ın haksızlığı içkiye düşkünlüğü ile tanınan oğlunun tahta geçmesiyle yine aynı kesimce koz olarak dile getirilir. Buna göre Şehzade Mustafa cengaver bir yiğittir. Sultan Süleyman da dâhil olmak üzere cihan böyle yiğit bir şehzade görmemiştir. Mustafa’nın ölümü büyük kayıptır ve Selim de zaten sarhoş ve seferde ordusunun başında olamayacak kadar da beceriksizdir. Zaten Osmanlı’nın ‘Kadınlar Saltanatı’ da onunla başlar. Kadının elini sürdüğü iktidarlar mahvolmaya, çürümeye mahkumdur. Bu görüş uzun yüzyıllar boyunca savunulmuş ve bir çok tarih kitabında kadınların eline geçen saltanat karalanmış, lanetlemiştir Oysa son yıllarda ortaya serilen araştırmalarda bu dönemin kadınlarının yani Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbanu Sultan, Safiye Sultan ve elbette Kösem Sultan’ın devletin çıkarlarına ters düşen kararlar almadıkları, aksine yönetimde bir çok erkekten çok daha başarılı olduklarını da göler önüne sermiştir.

Şehzade’nin ölümünün ardından yaşananlar
Şehzade Mustafa’nın ölümünün arkasında Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa ikilisinin entrikaları olduğunu iddia edenler, Şehzade Cihangir’in Mustafa’nın hemen ardından Cihangir’in vefatının bir nevi ilahi adaletin yerini bulması olarak yorumlamışlardır. Şehzade Cihangir’in ölümü belki de en çok babası Sultan Süleyman’ı etkilemişti. Devletinin bekası için büyük oğlu Mustafa’nın ardından Mustafa’nın oğlu Mehmet’in de ölüm fermanını veren Sultan Süleyman, küçük oğlu Cihangir’in kaybından bir baba olarak etkilenmiş ve oğlunun yasını da tutmuş ayrıca İstanbul’da bir semte de oğlunun adını vermiş ve Cihangir semtine camii, tekke, türbe ve zaviye yaptırmıştır. Sultan Süleyman’ın Mustafa’nın ölüm emrini verirken soğukkanlılığını koruması ve ardından da torununu ölüme mahkum etmesi onun zalimlikle suçlanmasına neden olmuştur. Fakat iade-i itibar yapma adına bir çok tarihçi yine bu süreci de ele almış ve esasında Sultan Süleyman’ın bu kararından dolayı sonrasında pişman olduğunu, Mustafa’nın haksız yere ölümüne neden olduğunu anladığını dile getirmişlerdir. Bu durumda geriye bir tek suçlu kalmıştır. O da her zaman ki gibi Adem’e elmayı yediren Havva örneğinde olduğu gibi, günahın girdabında, şeytana dahi pabucunu ters giydirebilecek kadar kurnaz ve bütün uğursuzluğuyla Osmanlı’nın sonunu getiren kadındır yani Hürrem Sultan’dır (!).

İtalya'da Yaşamak

Yurtdışı deneyimleri İtalya’nın birçok şehrinde sıklıkla misafirlerimi gezdiriyorum. Büyük bir hevesle geliyorlar ve İtalya’da bulunma...